7 Ekim 2021 Perşembe

ÇOK FİLM HAREKETLER BUNLAR

 



 

Gençliğimizde “radyo tiyatrosu” vardı. Sabırsızlıkla beklerdik yayın saatini. Bizim dilimizdeki adı “arkası yarın” dı. Seslendirme sanatçıları çok değerli tiyatro oyuncularıydı. Tiyatro sahnesinin en önünde oyunu izliyor gibi olurduk.

Televizyon kanalları artıkça “arkası yarın” anılarda iz bırakan bir yayın olarak belleğimizdeki yerini aldı.

Bu günlerde bir şey oldu ve “arkası yarın”ı bir ben değil, toplum olarak sabırsızlıkla beklemeye başladık. Hem de görüntülü, canlı canlı. Heyecanlı bir dizinin bir sonraki bölümünde ne olacak, merakıyla bekliyoruz. Dizinin adı da merak uyandırıyor: Devlet, Mafya, Gazeteci İlişkisi…

Bermuda şeytan üçgeni gibi. Bu üçgenin çekim gücüne kapılan bir daha kurtulamıyor.

Bu yaşananlar bir başka ülkede olsaydı şimdiye kadar yer yerinden oynardı.

“İşlerin normal yürüdüğü ülkelerde, gazeteci mafyayı ifşa eder, ipliğini pazara çıkarır. Bizde mafya gazeteciyi deşifre ediyor. Ve o normal ülkelerde mafyaya karşı hükümetten medet beklenir, bizde hükümete karşı mafyadan. Neresinden tutup hangisine şaşıralım!”*

Evet, şaşırma yetimizi yitirdik. Bir mafya lideri çıkıyor ve bazı kesimleri söylemleriyle baskı altında tutuyor. Ve bir bakan çıkıp şunu söylüyor: “Keşke başıma bir şey gelseydi de bugünleri görmeseydim." 

Oysa bir gazeteci olarak bu cümlenin benzerlerini benim söylemem gerekiyor:

Keşke yanar- döner gazetecilerle aynı çağda yaşamasaydım.

Keşke bu yaşadıklarım bir illüzyon olsaydı.

Keşke bir rüyanın içinde olsaydım ve uyansaydım, yaşadıklarımın kabus olduğuna sevinerek.

Ve keşke “gazeteci” kimliğimi bu kadar çok sevmeseydim. Çünkü hiç bir dönemde gazetecilik mesleği bu kadar ayaklar altına alınmamıştı. Gazetecinin bir onuru, bir saygınlığı;  yaptığı haberin bir değeri vardı. Günü kurtarmak için değil, halkı aydınlatmak için canını dişine takar, tehditlere aldırmadan yapacağı haberin peşine düşerdi.

Şimdi “yandaş medya” diye bir kavram var.

Özgür basın kavramına ne oldu?

Tarafsız gazetecilik ilkelerine ne oldu?

Halkın gerçekleri bilme hakkına ne oldu?

Bu kuralları ihlal eden, halkı uyutma derdine düşen ve “hep bana” diyen zaten gazeteci değil “müsvedde”dir. Bunlar ürüne musallat olan tarla fareleridir. Unutulmamalı ki çiftçi bu tür zararlılarla nasıl baş edeceğini bilir.

 “İstanbul’da görev yaptığım yıllarda evimden iş yerine gitmek için, Haliç Köprüsünü kullanmak durumundaydım. Ancak o yıllarda, Haliç çok kötü ve pis kokuyordu. Arabamın camlarını ve ağzımı, sıkı sıkıya kapatsam da, o koku beni etkiliyor, hasta ediyordu’. Görev yaptığım iki yıl boyunca, o kokuya alışamadım. Fakat zannediyorum ki, o kokuyu zamanla kanıksadım!

 Bir gün yine o pis kokulu Haliç’ten geçerken, insanların çimlerin üzerinde piknik yaptıklarını, çocukların top oynadıklarını, eğlendiklerini ve o pis kokuya rağmen, mutlu olduklarını gördüm.

Önceleri şaşırdım. Ancak; bu gün yaşananlardan sonra şöyle düşündüm. Haliç gibi o pis kokan denize, havaya insanlar alışmış, kanıksamış ve artık umursamaz olmuşlar, yani o pis kokuyla yaşamaya alıştırılmışlardı.

Biz bu toplumda pisliğe, kirliliğe, alıştırıldık. O nedenle hukuk gibi kavramlara boş verdik. Anlıyorum ki; Haliç’in o pis ve iğrenç kokusuna insanlar mecbur bırakılıp, orada yaşamaktan başka şansları yoksa; yapacakları bir şey yok, alışıyorsun, alıştırılıyorsun, sonunda umursamıyorsun.” **

 

Şimdi derin uykulardan uyanma zamanı.

Alışmamak adına, yaşananların alışkanlığa dönüşmemesi adına uyanma zamanı.

Ve yaşamı umursamak adına uyanma zamanı…

 

“yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel,
en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde.

yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.”***

 

 

*Y. Sarıyer

**Hanefi Avcı anılarından

***Nazım Hikmet Ran



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder