“Dostu olmayan
insanların yaşamlarının ve ölümlerinin zor olduğunu düşünüyorum. Eziliyorum.
Ezildikçe de bir şiir geliyor aklıma:
“Marifet hiç ezilmemek bu dünyada
ama bir
biçimine getirip ezerlerse
güzel kokmak…”
Ezildim ve yenildim. Hep yenildik. Becerdiler sonunda
bizi dize getirmeyi. Kutlanmalılar. Evet, açık itiraf bu, yenildik, yendiler
bizi. Her şeye direndik de sonunu getiremedik. Boşuna mıydı yaşadığımız?” diyor
Öner Yağcı YEDİVEREN romanında.
12 Eylül darbe öncesi ve sonrasını tüm çıplaklığıyla
anlatan bir roman Yediveren.
Açık
itiraf bu; yenildik!
2000
öncesinde postal izine yenildik, 2001’den sonra bir ampule teslim ettik
benliğimizi…
Bu
son yirmi yıllık sürecin faturasını halk olarak hepimiz ödüyoruz. Ondan önceki
sürecin faturasını yalnızca aydın kesim ödedi. İşkenceler, gözaltında
kaybolmalar, tecrit etmeler, faili meçhuller ve ölüm oruçları, ve Cumartesi
Anneleri…
Bugün
hala hayatta olanların yüreklerinde derin izler/yaralar bırakan bir dönemdir 12
Eylül 1980. (Öncesi ve sonrasında…)
O
günlerin canlı tanığı olan ben, yirmi bir yıl önce kaleme aldığım yazıyı
paylaşmak istiyorum sizlerle. O günlerden bugüne değişen bir şey yok aslında.
Hala aynı heyecanla, gelecek güzel günler adınadır mücadelemiz.
“Vahşetin olduğu yerde güzellik yoktur! Şiir
de roman da güzellik değil mi? Güzellik yerine vahşet aramıyor mu insanlar?
Büyüklerimiz vahşetle, etle, kanla beslemiyorlar mı artık insanlarımızı ve
yalanlarla; hep olduğu gibi.”*
Yalanlar
istemiyoruz artık. Şiddet son bulsun istiyoruz. Dünya iyileşsin istiyoruz. Ve
biz artık “şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek” istiyoruz…
YARALI EYLÜL
Günün gong sesiyle eşitlendiği saatlerdeyim. Kırk
yaşım saniyelerle akıp gidiyor. Sarı bir hüzün kaplıyor içimi. Yarı sararmış
yaprakların can çekişini yaşıyorum. Tanımsız bir boşluk dolanıyor yürek evimde…
Kızım, kim bilir hangi rüyanın –düşün- beşiğinde sallanıyordur şimdi. Kocam
–arkadaşım, sevgilim- bana sarılmışlığın erinciyle dalmış uykuya. Usulca
sıyrılıyorum o kollardan. Mutfağa gidip su içiyorum. Midem kazınıyor. Bir
şeyler yemek için dolabı açıyorum. Vazgeçiyorum sonra. Oturma odasına
yöneliyorum. Işığı yakmadan oturuyorum bir süre. Bir baykuş ötüyor uğurlu
sesiyle. (Bu sevimli yaratıkların uğursuzluğuna inanmak hangi mantıkla
açıklanabilir?) Ağustos böceklerinin neden ötmediğini düşünüyorum. Bir
sivrisinek vızıltısı anımsatıyor bana: Eylül yarılamış kendini, beni de
yaralamış…
Eylül…
Doğanın renk değişimiyle yeni doğumlara kucak açan
ölümün diğer adı. Acıyla sevincin iç içe örüldüğü uzun bir yolun başlangıcı…
Kırk yaşımı alıp uzun yolculuklara çıkma zamanıdır.
Sarı bir hüzün doldurmalıyım çantanın birine, diğerine sevinçler, umutlar… Aşk
yüreğimde kalmalı, eylemler yedeğimde. On sekiz yaşım tutturmalı: Ben de
geleceğim! –Gençlik bardakta unutulmuş soğuk çay gibi, sıcaklığının tadına
varmadan uçup gitti.- Şu an onunla yolculuğa çıkmak tehlikeli.
Yirmi bir yaşımdan kısa bir süre önce ‘darbe’ çaldı
kapıyı: Kitaplarını, umutlarını, düşlerini ve düşüncelerini ver de öyle çık
yola! Düşlerimi ayışığına sarmaladım. Karanlığa savurdum düşüncelerimi. Ve
teslim ettim kitaplarımı Eylülcülere… Umut, avuçlarımda filizlenen karanfil;
her mevsim açmayı öğrendi…
Işığı yakıyorum. Kaç gündür elimin altında olup da
okumaya fırsat bulamadığım – ya da kendimi sarı hüzün yolculuğuna uğurladığım
için- bir dergiyi (Varlık, eylül 2000) karıştırmaya başlıyorum. Gelişigüzel
bakıyorum başlıklara. Hızlı hızlı atlıyorum sayfaları. Ve başa dönüyorum
yeniden. Gece şafakla kucaklaşmak üzere. Bense “Selin’le Yolculuklar”a
çıkmışım…
“Yaprakların inanılmaz güzel renklerde kızarıp sararak
eşlik ettiği sonbaharın sunduğu lezzetli olgunluğu, bütün bir yılın en bilge
saati olarak algılayıp keyfini çatmak varken, insanların büyük bir kısmının
Sonyaz bunalımı yaşamasını bir türlü kavrayamazdım.” (1) tümcesine takılıp
kalmışım. Ve arkasından gelen “yaşlanma korkusu” tanımı…
Gerçekten yaşlanma korkusu muydu eylülle hüznümü
bütünleştiren? Sonyazı doyasıya yaşayamamamın nedeni bu muydu? Hayır, yaşlanmak
korkutmuyor beni. “Semboller dünyasındaki korku ve endişeler”i (2) eylülün
suçudur, deyip kaçış yoluna da gitmiyorum. Yapmak istediğim onca şey varken,
yaşamın içindeki dayatmalardan korkuyorum. Yazdıklarımın ve yazacaklarımın
havada asılı duran baloncuklara dönüşmesinden ve an gelip onların sönmesinden
korkuyorum. Eylülün postal izleri duruyor kitaplarımda. “F Tipi” yaşamın ayak
seslerini duyuyorum. Umutla umutsuzluğun arasında sıkışıp kalmışım. Sonyazın bu
ilk ayı, kendi doğum günümün sembolü olmaktan çok, taptaze filizlerin ezildiği,
“asmayalım da besleyelim mi” lerin çoğaldığı sürek avının başlangıcını
çağrıştırıyor. Ve en önemlisi toplumsal edilginlikten korkuyorum…
Şafağın koynuna girdi gece: Merhaba yeni yaşım!
Ay solgun bir çiçeği andırıyor: Hoşça kal umutsuzluk…
Eylülü söküp atamam ömrümden. Ama onu sevmeyi
öğrenebilirim…
20 eylül 2000
*Öner Yağcı(Yediveren)
(1-2) Buket Uzuner’in “Selin’le Yolculuklar”
Yazısından.(Varlık, eylül 2000)