12 Ekim 2021 Salı

ANKARA’DA OKUR-YAZAR BULUŞMASI

 


                                                        

















 

 

Yaklaşık sekiz aydır sanal ortamda, sizlerle gündemdeki olayları paylaşıyorum.

Yazdıklarımın ne kadar okunduğunu bilemiyorum ama ne kadar tıklandığını biliyorum.

Bir yazar için bir kişinin okuması bile sevindirici. Bir şekilde birinin yaşamına, yüreğine dokunmuş oluyorsunuz. Şunu da unutmamak gerekiyor, sanal ortam her şeyi bir anda tüketiyor.

Ama kitap öyle mi? Onu elinize alıyorsunuz, sayfalarını çeviriyorsunuz. Hoşunuza giden cümlelerin altını çiziyorsunuz. Okuyup bitirdikten sonra kitaplığınıza kaldırıyorsunuz. Uzun bir zaman kalıyor orda ve sonra altını çizdiğiniz cümle düşüyor aklınıza. Kitabı bulunduğu yerden alıp yeniden çeviriyorsunuz sayfaları. Kitap okuma alışkanlığı olan kişiler bunu hep yapıyor.

İşte bu nedenle yazar-kitap-okur buluşmasını çok önemli buluyorum. Okuyucu okuduğu kitap hakkında yazarına istediği soruyu sorabiliyor. İsterse kitap imzalatabiliyor. Yazarın söyleşisine, bir şairin şiir dinletisine katılabiliyor.

Bu hafta gündem dışı bir konuya değinmek istiyorum: Ankara’da gerçekleşecek olan OKUR-YAZAR buluşmasına davet ediyorum sizleri.

İZAN YAYINLARI’nın ilkini geçen ay gerçekleştirdiği OKUR-YAZAR BULUŞMASI’nın 2.si gerçekleşecek.

Yayınevi yazarlarının bir araya geldiği bu etkinlik, geçen ay bir fuar havasında geçmişti.

Bu ayki etkinliğe ben de İzan Yayınları’ndan çıkan iki kitabımla katılıyorum. (BAŞAK VE NERVE/ ÇIĞLIĞIMA SES VER)

Uzun zaman oldu okuyucuyla yüz yüze görüşmeyeli. Çok heyecanlıyım.

Sonunda nihayet okurlarla buluşacağım.

Edebiyat dostları, siz yoksanız bir eksiyiz…

Etkinlik Tarihi: 16 Ekim 2021 (Cumartesi)

Etkinlik Saati: 13:00 – 19:00

Etkinlik Adresi: Bahar Cafe, Meşrutiyet Caddesi, Konur2 Sokak, No:26/4 Kızılay - ANKARA

7 Ekim 2021 Perşembe

GÜNDEMDEKİLER



                                 

 

            Whatsapp, Instagram, Facebook Çöktü

            İsmail Kahraman: Dindar Anayasa / Laiklik Kaldırılsın

Teröre Yardım ve Yataklık Yapan Bölücü Kebapçılar

Süleyman Işık Tutuklansın

 

Son üç gündür kamuoyunu meşgul eden haberler bunlar.

Whatsapp, Instagram, Facebook; bu üç kavram yaşamımıza öyle bir girmiş ki, yedi saatlik çöküş yaşamı felce uğrattı. Bu üçlünün çöküşüyle büyük bir boşluğun içine düştük. Twitter’a sardık hepimiz. Ne zaman açılacağını araştırıp durduk. Bu çöküş, hayat pahalılığının, kötüye giden ekonominin, kadına yönelik şiddetin, tacizin ve tecavüzün önüne geçti. Ve en önemlisi, Mark Zuckerberg’in bu süre içinde ne kadar zarar ettiğini hesaplamaya başladık.

Sonuç: Sonunda bu üçlüye kavuştuk. Egomuzu tatmin etmek için “like”larımıza kaldığımız yerden devam edebiliriz…

Dindar Anayasa ne demek?

Dindar Anayasa diyerek, nereye varılmak isteniyor?

Farklı kültür ve inanca sahip insanların yaşadığı ülkemde “dindar anayasa” fikrini ortaya atarak ayrımcılık yapmış olmuyor musunuz?

 Kültür mozaiğine ev sahipliği yapan güzel ülkemde bunun konuşulması bile doğru değil. Yüzyıllardır iç içe yaşamış bu halk. Herkes kendi inancı doğrultusunda ibadetini gerçekleştiriyor. Kimi camide, kimi kilisede, kimi cem evinde, kimi de evde. Şimdi de siz kalkmış; “dindar anayasa” olsun diyorsunuz. Bu durumda bölücülüğün dikalasını yapıyorsunuz. Soyadınızın “Kahraman” olması sizi kahraman yapmaz. Bu halk, Sünni’siyle, Alevi’siyle, Süryanili’siyle, Rum’uyla kurtuluş savaşında kahramanlık onuruna erişmiştir. Ya susup oturun oturduğunuz yerde ya da çekip gidin bu ülkeden.

Gitmeden önce “LAİKLİK” hakkında kısa bir bilgi aktarayım size:

 Lâiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve her vatandaş için vicdan hürriyetinin sağlanması demektir. Atatürk’e göre “lâiklik” yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü demektir.

Biz bunu çocuklarımıza, konuşmaya başladıkları andan itibaren öğretiriz. Her çocuk büyüyüp geliştikçe, kendi hür iradesi ile dini inancını seçer; bilin istedim.

SİZİ GİDİ BÖLÜCÜ KEBAPÇILAR SİZİ!

Aşk neydi? Adana, şalgam kebap.

Aşk neydi? Acılı Urfa, acılı Antep.

Aşk neydi? Büryan kebabı, cağ kebabı…

Yurdumun dört yanını dolaşalım, say say bitmez bu aşkla tutuşanlar.

Bu aşka ateş tutanlarla bu ateşte yananların hepsi, kebaba yardım ve yataklık yaptıklarından dolayı bölücü. İlk kez bölücü olmaktan mutluyum. Adanalıyık, Allah’ın adamıyık. Kebap yerik, şalgam içerik, yanına da halka tatlı eklerik. İsteyene de bici bici…

Hadi, tutuklayın beni!

Evet, beni tutuklamak Süleyman Işık’ı tutuklamaktan daha kolay. Düşünce üretiyorum çünkü.

O ne yapıyor? Küçük çocuklara cinsel istismar uyguluyor. “Rızaları vardı” diyor ve serbest kalıyor.

Benim anlamadığım, “çocuğun rızası vardı” cümlesini yargı kurulu nasıl onaylıyor?

Bu, bir insanlık suçu. 18 yaşın altındaki hiçbir çocuğun bu konuda rızası olmayacağına, hiçbir gerekçe göstermeden kabul etmeli yargı kurulu.  Adalet sistemi o çocuk/çocuklar için işlemeli ve yasaların onları koruduğunu göstermeliler.

“Koşuyor altı yaşında bir oğlan
Uçurtması geçiyor ağaçlardan
Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman

Çocuklara kıymayın efendiler
Çocuklara kıymayın efendiler
Bulutlar adam öldürmesin” demiş Nazım usta.

Akşam evlerinize gittiğinizde, çocuklarınızın başını vicdanınız sızlamadan okşamak istiyorsanız KIYMAYIN ÇOCUKLARA sayın hakimler.

Bu sapık ruhlular elini, kolunu sallayarak dolaşmasınlar aramızda…

 

 Ek bilgi: Yargıtay, 'rızası var' diyerek beraat ettirmişti: Yerel mahkeme kararın arkasında durdu ve sahte şeyhe 55 yıl hapis verdi.

 



 

KEŞKE



                               

 

"Keşke diyorum keşke

Hiç bir şey bilmeseydim

Suya bakıp dursaydım ömrüm boyunca

Bir ırmak kenarında

Bir deniz ortasında

Ya da kalbim

Sınırsızlığın müziğini bulmuş

Varlığın şarkısına kendini bırakmış

Bir okyanusa kansaydı keşke" *

 

“Bilmek yanmaktır” demiş Fuzuli.

Ben ve benim gibiler her gün ama her gün yanıyoruz.

Herkesten akıllı olduğumuz için değil, her şeyin farkında olduğumuz ve hiçbir şey yapamadığımız için yanıyoruz.

Ve sonra “keşke”leri çoğaltıyoruz yaşamımızda.

Özellikle cinayete kurban giden kadınlar için kullanıyoruz “keşke”lerimizi.

Keşke Pınar Gültekin, Cemal Metin Avcı’yla hiç tanışmamış olsaydı.

Keşke İpek Er, Musa Orhan’a sığınmasaydı.

Keşke, Kadir Şeker tutuklanmasaydı ve onun gibiler çoğalsaydı.

Keşke, sevgiye en çok ihtiyaç duydukları dönemde kızlarını öldüren babalar olmasaydı.

Keşke, çocuğunun gözü önünde öldürülen anneler olmasa.

Keşke, boşanma aşamasında olan kadınlar, eski kocalarıyla son buluşmaya gitmese.

Keşke erkek çocuklar anne katili olmasa…

Bu keşke’ler uzayıp gider daha.

Yalnızca Türkiye’de değil dünyanın her yerinde yüzlerce, binlerce, milyonlarca kadın şiddet görüyor, taciz ve tecavüze uğruyor ve sonunda öldürülüyor.

“Keşke hiç yaşanmasa bu tür olaylar” diyoruz değil mi?

Diyoruz demesine de bireysel olarak avazımız çıktığı kadar bağırmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden.

Güçlerimizi birleştirsek de egemen güçler set çekiyor önümüze.

Katilimiz her defasında, zeytinyağı gibi üste çıkıyor.

Erkek egemen güç her nasılsa hep onu haklı buluyor.

Ve neredeyse öldürülen kadın mezardan çıkartılıp yargılanacak konuma geliyor.

Katil kendinden emin bir şekilde çıkıyor mahkemeye:

İyi halden indirim alıyor.

Pişmanım diyor, indirim alıyor.

Beni kışkırttı diyor, indirim alıyor.

Kravat takıyor, indirim alıyor.

Kasten, tasarlayarak öldüren bile indirimden yararlanıyor.

First lady’nin kızına hakaret suçu işleyen hapiste, bir başka annenin kızına tecavüz edip öldüren kişi serbestçe dolaşıyor aramızda.

 

Biz adalete nasıl güveneceğiz?

Hangi yasa koruyacak bizi?

 “Keşke” dedikçe önümüzü göremiyoruz. İleriye doğru adım atamıyoruz. Karanlığın içinde debelenip duruyoruz. Eksilmekten bıktık.

Keşke dememek için İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz.

Pınar Gültekin'in annesi: “Benim çocuğum kül oldu. Kül. Kül. Kül. Kızımın yanık kokusu burnumdan gitmiyor. Bu ne demek biliyor musun sen?”

 

İşte bunun için SUSMUYORUZ!

Tecavüze, erkek şiddetine karşı birlikte güçlüyüz.

 

*Edgar Allan Poe



 

BUGÜN BENİM DOĞUM GÜNÜM



                                                    20.09.2021 

                  


Eylül takvimde bir ay adıdır

beni yaşama muştulayan

eylül bir şarkıdır

kanı deli akanları

aşka davet eden...

 

Bugün benim doğum günüm.

Eylül sarı bir hüzün olarak girse de hayatımıza, aslında bolluğun, bereketin ayıdır. Başakların hasada durma zamanıdır. Pastırma sıcaklarıyla birlikte kış hazırlığının başlangıcıdır.

Ve Eylül sonbaharın muştucusudur; doğanın renk değişimiyle birlikte tabloya dönüşen güzellikleri açık hava müzesinde görmemizi sağlayandır.

Hoş geldin Eylül, hoş geldin yeni yaşım…

Bugüne kadar seçtiğim yolda hep inanarak yürüdüm ve hiç pişman olmadım. Hayat bana güzelliklerin yanı sıra acılar da verdi. Ben acıları yürek odalarımda iyileştirdim ve hep güzellikleri yeşertmeye çalıştım. Güzellikler çiçek gibiydi, sevgiyle dokundukça çoğaldılar.

En çok kırıldığım yerden acıdı canım; yine de küsmedim, çiçek aşısı yaptım can yarasına. Nasıl inandıysam öyle yaşadım. Kin ve nefret duyguları yeşermedi hiç yüreğimde. Sevgi şifaydı. Sevgi merhametti; sevgi tüm dünyanın ihtiyacı olan bir kavramdı.

Bir tek düzenle uyuşmadı hiç yıldızım; mutlu, aydınlık yarınlar için savaştım. Yenildim mi/yenildik mi? Hayır! Ben/biz, bitti demeden bitmez bu savaş.

“Aşksız ve paramparçaydı yaşam
bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek

Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek”*     

 

 

Bugün benim doğum günüm. Dolu dolu geçen bir altmış iki yıl.

Beden yaşlansa da ruh hep genç kalıyor. Beden “dur, bi sakin ol” dese de ruh isyan ediyor. “Ama daha yapacak çok şey var!”

Evet, yapacak o kadar çok şey var ki; kendim için, çocuklarımızın, gençlerimizin geleceği için ve bu güzel ülke için.

Bugüne yaptıklarımı tarihin tozlu sayfalarına uğurladım; şimdi yapamadıklarım çağırıyor beni. Yollara düşme zamanıdır…

Bunun içindir ki ruhumun üşümesine asla izin vermiyorum. Ben yaşımın kadını değil, yüreğimin çocuğuyum. Ve hep öyle kalmak istiyorum.

İyi ki doğmuşum. Ömrüm/ömrünüz çiçek olsun...

 

 

* Adnan Yücel


 


 

12 EYLÜL




                                                  

“Dostu olmayan insanların yaşamlarının ve ölümlerinin zor olduğunu düşünüyorum. Eziliyorum. Ezildikçe de bir şiir geliyor aklıma:

 “Marifet hiç ezilmemek bu dünyada

ama bir biçimine getirip ezerlerse

güzel kokmak…”

Ezildim ve yenildim. Hep yenildik. Becerdiler sonunda bizi dize getirmeyi. Kutlanmalılar. Evet, açık itiraf bu, yenildik, yendiler bizi. Her şeye direndik de sonunu getiremedik. Boşuna mıydı yaşadığımız?” diyor Öner Yağcı YEDİVEREN romanında.

12 Eylül darbe öncesi ve sonrasını tüm çıplaklığıyla anlatan bir roman Yediveren.

 

Açık itiraf bu; yenildik!

2000 öncesinde postal izine yenildik, 2001’den sonra bir ampule teslim ettik benliğimizi…

Bu son yirmi yıllık sürecin faturasını halk olarak hepimiz ödüyoruz. Ondan önceki sürecin faturasını yalnızca aydın kesim ödedi. İşkenceler, gözaltında kaybolmalar, tecrit etmeler, faili meçhuller ve ölüm oruçları, ve Cumartesi Anneleri…

Bugün hala hayatta olanların yüreklerinde derin izler/yaralar bırakan bir dönemdir 12 Eylül 1980. (Öncesi ve sonrasında…)

 

            O günlerin canlı tanığı olan ben, yirmi bir yıl önce kaleme aldığım yazıyı paylaşmak istiyorum sizlerle. O günlerden bugüne değişen bir şey yok aslında. Hala aynı heyecanla, gelecek güzel günler adınadır mücadelemiz.

 “Vahşetin olduğu yerde güzellik yoktur! Şiir de roman da güzellik değil mi? Güzellik yerine vahşet aramıyor mu insanlar? Büyüklerimiz vahşetle, etle, kanla beslemiyorlar mı artık insanlarımızı ve yalanlarla; hep olduğu gibi.”*

Yalanlar istemiyoruz artık. Şiddet son bulsun istiyoruz. Dünya iyileşsin istiyoruz. Ve biz artık “şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek” istiyoruz…

 

 

YARALI EYLÜL

Günün gong sesiyle eşitlendiği saatlerdeyim. Kırk yaşım saniyelerle akıp gidiyor. Sarı bir hüzün kaplıyor içimi. Yarı sararmış yaprakların can çekişini yaşıyorum. Tanımsız bir boşluk dolanıyor yürek evimde… Kızım, kim bilir hangi rüyanın –düşün- beşiğinde sallanıyordur şimdi. Kocam –arkadaşım, sevgilim- bana sarılmışlığın erinciyle dalmış uykuya. Usulca sıyrılıyorum o kollardan. Mutfağa gidip su içiyorum. Midem kazınıyor. Bir şeyler yemek için dolabı açıyorum. Vazgeçiyorum sonra. Oturma odasına yöneliyorum. Işığı yakmadan oturuyorum bir süre. Bir baykuş ötüyor uğurlu sesiyle. (Bu sevimli yaratıkların uğursuzluğuna inanmak hangi mantıkla açıklanabilir?) Ağustos böceklerinin neden ötmediğini düşünüyorum. Bir sivrisinek vızıltısı anımsatıyor bana: Eylül yarılamış kendini, beni de yaralamış…

Eylül…

Doğanın renk değişimiyle yeni doğumlara kucak açan ölümün diğer adı. Acıyla sevincin iç içe örüldüğü uzun bir yolun başlangıcı…

Kırk yaşımı alıp uzun yolculuklara çıkma zamanıdır. Sarı bir hüzün doldurmalıyım çantanın birine, diğerine sevinçler, umutlar… Aşk yüreğimde kalmalı, eylemler yedeğimde. On sekiz yaşım tutturmalı: Ben de geleceğim! –Gençlik bardakta unutulmuş soğuk çay gibi, sıcaklığının tadına varmadan uçup gitti.- Şu an onunla yolculuğa çıkmak tehlikeli.

Yirmi bir yaşımdan kısa bir süre önce ‘darbe’ çaldı kapıyı: Kitaplarını, umutlarını, düşlerini ve düşüncelerini ver de öyle çık yola! Düşlerimi ayışığına sarmaladım. Karanlığa savurdum düşüncelerimi. Ve teslim ettim kitaplarımı Eylülcülere… Umut, avuçlarımda filizlenen karanfil; her mevsim açmayı öğrendi…

Işığı yakıyorum. Kaç gündür elimin altında olup da okumaya fırsat bulamadığım – ya da kendimi sarı hüzün yolculuğuna uğurladığım için- bir dergiyi (Varlık, eylül 2000) karıştırmaya başlıyorum. Gelişigüzel bakıyorum başlıklara. Hızlı hızlı atlıyorum sayfaları. Ve başa dönüyorum yeniden. Gece şafakla kucaklaşmak üzere. Bense “Selin’le Yolculuklar”a çıkmışım…

“Yaprakların inanılmaz güzel renklerde kızarıp sararak eşlik ettiği sonbaharın sunduğu lezzetli olgunluğu, bütün bir yılın en bilge saati olarak algılayıp keyfini çatmak varken, insanların büyük bir kısmının Sonyaz bunalımı yaşamasını bir türlü kavrayamazdım.” (1) tümcesine takılıp kalmışım. Ve arkasından gelen “yaşlanma korkusu” tanımı…

Gerçekten yaşlanma korkusu muydu eylülle hüznümü bütünleştiren? Sonyazı doyasıya yaşayamamamın nedeni bu muydu? Hayır, yaşlanmak korkutmuyor beni. “Semboller dünyasındaki korku ve endişeler”i (2) eylülün suçudur, deyip kaçış yoluna da gitmiyorum. Yapmak istediğim onca şey varken, yaşamın içindeki dayatmalardan korkuyorum. Yazdıklarımın ve yazacaklarımın havada asılı duran baloncuklara dönüşmesinden ve an gelip onların sönmesinden korkuyorum. Eylülün postal izleri duruyor kitaplarımda. “F Tipi” yaşamın ayak seslerini duyuyorum. Umutla umutsuzluğun arasında sıkışıp kalmışım. Sonyazın bu ilk ayı, kendi doğum günümün sembolü olmaktan çok, taptaze filizlerin ezildiği, “asmayalım da besleyelim mi” lerin çoğaldığı sürek avının başlangıcını çağrıştırıyor. Ve en önemlisi toplumsal edilginlikten korkuyorum…

Şafağın koynuna girdi gece: Merhaba yeni yaşım!

Ay solgun bir çiçeği andırıyor: Hoşça kal umutsuzluk…

Eylülü söküp atamam ömrümden. Ama onu sevmeyi öğrenebilirim…

                                                                  20 eylül 2000

 

 

*Öner Yağcı(Yediveren)

(1-2) Buket Uzuner’in “Selin’le Yolculuklar”

Yazısından.(Varlık, eylül 2000)

 

 

 

 

“BATI CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK”*




 

Bugün 2 Eylül. Aylan bebeğin ölümünün 6. Yılı.

Ve “Batı cephesinde yeni bir şey yok. “

İşgal edilen topraklardan kaçmak için canını hiçe sayan insanların sayısı gün be gün artıyor.

Evet, ülkemize elini kolunu sallayarak gelen sığınmacı istemiyoruz, buna da hakkımız var. Ancak savaşın vurduğu sığınmacılara da egemen güçlerin bir çözüm üretmesi gerekiyor.

Altı yıl önce yazdığım bir yazı hala güncelliğini koruyorsa artık yeni söylemlere ihtiyacımız var demektir.

 

 

SAVAŞ KADINLARI VURUR ÖNCE


             Savaş kadınları vurur en çok. Ve onların yüreklerinde kanar kabuk bağlamayan yaralar.

Kadın ganimettir işgal edilen topraklarda. Unutur  işgalciler, kendilerini de bir annenin doğurduğunu ve ileride kendi çocuğunun da bir anne olabileceğini.

Yalnızca kadının vatanını istemiyor egemen güçler. Evini, barkını, ailesini ve de bedenini istiyorlar.

 Bilir kadın bunun kendi savaşı olmadığını ve bilir bunun bir vatan işgaliyle kalmayacağını. Bedeni üzerinden güç gösterisine kalkışacaktır işgalciler…

Vatanı kutsal bellemiştir kadın. Kutsal emanete ihanet eden güçler karşısında ya direnecek ya da ölüme gidecek. 

Ve kadınlar taşır egemen güçlerin yüklerini.  Omuzları çökse de dimdiktir yürekleri. Yürekleriyle sararlar savaşın açtığı yaraları.

Umudun tükendiği yerde umut ormanları dikmeye başlar kadın. Vatan elden giderken kendi bedeninin sevdiklerinin gözü önünde işgal edilmesine göz yumamaz. Ne onu koruyan bir yasa vardı görünürde  ne de ona sahip çıkacak bir iktidar.  Geriye tek yol kalıyor: Bedenini ve çocuklarını korumak adına kaçmak.

Empati kuramayanlar için kaçmak korkaklıktır. Vatana ihanettir.

Oysa kaçmak, egemen güçlere başkaldırmaktır. Mermi yağmurları altında, parçalanmış bedenler üzerinde ağıt yakarken, gökyüzüne uçurtma salmaktır.

Ve kadınlar acıyı barındırsa da göz derinliklerinde, mutluluk saçar gözbebekleri.

Ve kadınlar  kocalarını veya sevgililerini ne kadar çok severlerse sevsinler, en çok çocukları için yaşarlar. Yalnızca çocukları için göze alırlar ölümü.

Ölüme yolculuk bundandır işte. Bundandır “vatan” bildikleri toprakları bırakıp kaçmak. Bundandır bilmedikleri denizlerde kulaç atmak. Çünkü bu savaşın sonu yok. Kazanan daima egemen güçler olacak.

İnsanın başına gelmeyince kolaydır birini yargılamak. Ona hüküm verip yargısız infaz etmek. Ama hiç kimse bilemez; bir akşam vakti, bir süper market önünde, taş kaldırımın üzerine oturmuş, kucağında uyuyan bebesiyle gelen gidene el açan bir annenin duygularını.

Hava soğuk mu soğuk. Tiksintiyle bakıyor bazı kişiler.

“O kaldırımda ben olabilirdim” demeli insan.

 Onun yerinde olsan ne yapardın?

 Çocuğuna süt parası mı dilenirdin yoksa gidip bedenini mi satardın? Ya da işgalci güçlere mi teslim olurdun?

Dilini bilmediğin bir ülkede, sana yabancı insanlar arasında, evrensel dili kullanarak yardım istemek, (dilenmek demiyorum ’yardım’) bir anne için zor olsa da çocuğu için yapar bunu.

Mülteci olmayı o istemedi, mülteci olmaya zorlandı.

 Karaya vuran balıklar gibi cansız çocuk bedenleri vuruyor sahile. Her gün bu haberlere uyanmak ve yaşadığım coğrafya nedeniyle bunlara tanık olmak içimi acıtıyor.

Çocuklar geleceğimizin umudu. Onlara güzel bir dünya bırakmak adına direniyoruz.

Bireysel olarak  çözüm üretme olanağımız olmayabilir ama toplum olarak bize  sığınan bir insanı korumamız gerektiğine inanıyorum. 

Evet onlar "sığınmacı. 
             Ve unutulmamalı ki savaş kadınları vurur önce.  Ve kadınlar omuzlanır dünyanın tüm yükünü…

 

* “BATI CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK  Erich Maria Remarque'nin yazdığı savaşın korkunçluğunu ve anlamsızlığını ele alan bir romandır.


 

SONRA EKMEK OLALIM ACISI ACIKANA*




 

 


“Bu kente bir daha gel
Yağmurları da getir
Uyandır ölüleri
Sevişen sözler ile

 

Bu kente bir daha gel
Yağmurları da getir
Uyandır umudumu
Sevişen sözler ile

Heybende oyun getir
O sıska çocuklara

(O mavi çocuklara)
Biraz da gülüş olsun ne olur
Bahara, kadınlara
Sonra ekmek olalım olur mu
Acısı acıkana

 

Ama unutma beni
Sarılalım arada
Ama unutma beni
Sarılalım arada”

 

Hırai Zerdüş’ün bu türküsünü dinlemeye başladığımdan beri hüzün tünellerinde geziniyorum. Acının dilini, dinini, rengini sorgulamaya başladım.

Yok! Acının dili, dini, rengi yok.

Acı, insanın kendi bedeninde hissettiği acının ötesindeyse; yani ruhunda, iliklerinde hissettiği bir duyguysa eğer, bu evrensel bir acıdır.

Ve biz her gün ama her gün yeni acılara uyanıyoruz.

Egemen güçler dünyayı paylaşamama hırsı yüzünden, yeryüzünü cehenneme çeviriyorlar.

Gülmeyi unutturdular bize; sevmeyi… Sarılmayı unutturdular; sevişmeyi…

Çocukların geleceğini çaldılar, gençlerin hayallerini, umutlarını…

Coğrafya kader deyip, kadınları “mekruh” ilan ettiler ve acımazsızca katlettiler.

Daha iyi yaşam koşulları arayanlar kendi ülkelerini terk etmeye başladılar.

 Sömürü düzeni aynı olduktan sonra, dünyanın neresine gidersek gidelim, egemen güçlerin nefesi hep ensemizde olacak.

 

“İnsan evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar” diyor Yaşar Kemal.

Teknolojinin üst sınırlara ulaştığı bu çağda, dünyaya egemenliklerini kurmaya çalışanların yüreklerinin sesine kulak verdiklerini düşünmüyorum. O sese kulak verselerdi eğer, her başlangıcın bir sonu olduğunu bilirlerdi. Gelmiş geçmiş en ünlü diktatörlerden Neron ve Hitler bile kendi sonlarını kendileri hazırladı. Dünya onlara da kalmadı…

 

Kendi ülkeme gelince; o da dünyada bir nokta ve aynı acılardan besleniyor. Geleceği belirsiz mutsuz insanları barındırıyor bağrında.

Bir varmış, bir yokmuş diye başlayan masallar duymak istemiyor artık, acılı yurdumun güzel insanları. Umudu uyandıran, ölüleri dahi uyandırıp direnişe geçirecek sözler duymak istiyor.

Bahar yüzlü çocuklar aşkına, sevgiyi saçına örgü yapan kadınlar aşkına, umudu ekmek arası yapıp, güzel günlerin düşünü kuran emekçi aşkına, gülüşü aydınlık geleceğin müjdecisi olan bebeler aşkına; hayatla sevişen sözler duymak istiyoruz artık.

Biz artık masal dinlemek değil, sonu mutlu biten gerçek bir hayat istiyoruz.

Ve artık hiç kimsenin acısı acıkmasın istiyoruz. Biz o acıyı beslemekten yorulduk.

Biz hasret çekmekten, insanca yaşama özlem duymaktan, güzel günleri beklemekten yorulduk.

Biz, üzerimize mutluluk yağmurları yağsın istiyoruz. Aşktan, sevgiden sırılsıklam olalım.

Ve biz,  birbirimizi unutmadan - arada değil-, her zaman sıkıca, insanca sarılmak istiyoruz…

 

*Hırai Zerdüş/Bu Kente Bir Daha Gel

İŞGAL



                                                

 

Haftalık yazımı aksattım biliyorum ama son on gün içinde yaşanan felaketler karşısında yazmak gelmedi içimden.

Yüreğim, vatan aşkı nedir bilmeyen mülteci akınına uğramış ülkem gibi işgal altında.

Ne yana dönsem acı, ne yana dönsem gözyaşı var.

Mutsuz insanlar coğrafyasına dönüştü güzelim vatan.

Ne kadın cinayetleri bitiyor ne de çocuk istismarı.

Katiller ceza almadan aramızda dolaşıyor, uçkur savaşları kirli çamaşırlara dönüşüyor.

Kimin eli kimin cebinde belli değil, kafayı yiyan halk oluyor.

Ne Corona bitiyor ne işsizlik.

Ne dolar düşüyor ne de maske.

Hayat pahalılığı almış başını gidiyor.

Gençler umutsuzluğun pençesinde.

Cepteki para durmadan değer kaybediyor.

Yangınlar kontrol altına alındı derken sel felaketiyle boğuşuyoruz.

5.2’lerle deprem yokluyor arada bir.

Ağrı dağı erimeye başlamış.

Umutla “yarınlar daha güzel olacak” diye haykırdıkça, gençler bıçaklanıyor mahalle aralarında mülteciler tarafından.

İnsan haklarından, hayvan haklarından ve çevre katliamından söz edene adalet kavramı anında devreye giriyor.

Ağzımız bantlı, demokrasinin gelmesini bekliyoruz.

Bunca felaket üst üste gelirken, daha ne göreceğiz kim bilir, diyerek bekliyoruz.

"Bütün zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti” der Andrey Tarkovsky,

Evet, bekliyoruz; hiçbir şey yapmadan bekliyoruz. Godot’yu bekler gibi bekliyoruz. Kendi yalanlarımıza inanarak bekliyoruz. Bizi kurtarmaya gelecek bir lider, bir kahraman bekliyoruz.

Oysa kahramanlar kahraman olarak doğmuyor. Yaptıklarıyla kahramanlaşıyorlar.

Orman yangınlarında canla başla çalışan kahramanlar vardı. Bir canı kurtarmak için korkusuzca ateşin içine dalan.

Selde sürüklenen bir canı kurtarmak için kendi canını düşünmeden sel sularına atlayan kahramanlar gördük.

Kahraman olmak için doğru zamanda doğru yerde olmak ve doğru adımı atmak gerekiyor.

Ve aslında o adımı kahraman olmak için atmıyorsunuz; o an, birinin hayatını kurtarmak için yapıyorsunuz bunu. Vicdanınızın sesi yönlendiriyor sizi. Merhamet ve sevgi duygularınız baskınsa hiç düşünmeden yapıyorsunuz.

Doğa da kendi kahramanlığını gösteriyor şu anda; betonlaşmaya karşı intikamını alıyor.

Ağaçlara, orman canlılarına, toprak altındaki börtü böceğe saygımız kalmadı. Kendi çıkarımız için onların yaşamını yok saydık.

Doyduk mu? Hayır!

Hep daha fazlasını istedik.

Bu dünya altınlarıyla gömülen Firavun’a bile kalmadı ama doğa yeniden ve yeniden kendini hep var etti, edecekte…

Bizim hayali kahramanlara ihtiyacımız yok. Doğa gibi kendi kendimizi var edebiliriz. Yeter ki kendimize inanalım.

Doğa katliamına da dur diyebiliriz, yangınları da birlikte söndürebiliriz. Yanan evleri de inşa edebiliriz, selden zarar gören eşyaları da yerine koyabiliriz.

Mülteci akınına uğramış ülkemdeki işgale de dur diyebiliriz.

Bu vatan bizim. Bedeli kanla ödenmiş bu topraklarda kaos yaratan mülteci istemiyoruz.

“Bir millet, bir memleket için kurtuluş, esenlik ve muvaffakiyet istiyorsak bunu yalnız bir şahıstan hiçbir vakit istememeliyiz. Umumi kurtuluşu, gene umumi gayret temin eder ve bir millet, bir toplum yalnız bir ferdin gayretiyle bir adım bile atamaz.” Diyor Mustafa Kemal Atatürk ve ekliyor: “Acizler için imkansız, korkaklar için müthiş gözüken şeyler kahramanlar için idealdir.”

Biz Kurtuluş savaşında destan yazan bir milletin torunlarıyız, her şeyin üstesinden gelebiliriz. Yeter ki tek yürek olalım. İşte o zaman kendi hikayemizin kahramanı oluruz.

 

 

 



 

YANGIN



 

 

Acı ortak acı gibi görünse de ateş yalnızca düştüğü yeri yakıyor.

Aynı kentin içinde olup çaresizlik içinde çırpınanlara yardım edememek kadar acıtıcı bir şey yoktur.

Bir sarmalın içinde debelenip duruyorsunuz. Yangın büyüdükçe boğazınızdaki yumru da büyüyor.

Yemek, içmek ve yatmak kadar doğal olan ihtiyaçlarınızı unutuyorsunuz.

Ateşin rüzgarla dansı ve orman canlılarının çığlıkları sizi de sarıyor. Kahroluyorsunuz. Denize kıyısı olan bir kentin yeşil denizi gözlerinizin önünde içindeki canlılarla birlikte yok oluyor.

Devletin güçlü elini yakınınızda hissetmek istiyorsunuz; yok. Acılı insanların acılarını dindirmek için çay dağıtıyor (atıyor) devlet. Oysa biz uçak istiyoruz, soğutma araçları istiyoruz; yangın yayılmasın istiyoruz.

Halk hortumlarla, kovalarla, pet şişelerle çabalarken, söndürmeye uçağımız yokken, iktidar sahipleri yangını uçaktan izliyorlar...

“Yaprak döker bir yanımız/Bir yanımız bahar bahçe.” diyor ya şair; ülke olarak bu durumdayız şimdi…

35 ilden çaresizlik içinde yükselen “yardım edin” çığlığı insan olan herkesin yüreğini yaktı. Bu çığlık üzerine sosyal medyadan uluslararası yardım çağrısı yapıldı.

 Yapıldı, çünkü Türkiye cayır cayır yanıyor. Canlar yanıyor, köyler boşaltılıyor, insanlar ölüyor ve bölge yetkilileri çaresizlik içinde çabalıyor.

Yapıldı, çünkü yeterli yangın söndürme uçağımız yok, soğutma araçlarımız yok ve en önemlisi rüzgarı durdurma gibi bir şansımız yok.

 Ve yangın mahallelere sıçramaya başlamışsa, yardım çağrısı, zorda kalan insanların başvurduğu son çaredir.

Uluslararası yardım çağrısına (GLOBAL CALL) devletin yetkililerinden tepkiler yağdı. Bunları tek tek yazmayacağım, zaten haberlere yansıdı çoğu.

Benim içimi acıtan, bugüne kadar beğeniyle izlediğim, dinlediğim sanatçılardan gelen tepkiler. Özellikle Nilgün Belgün, Şehrazat ve Nilüfer’in yardım çağrısı için; “Devletimizi zayıf göstermeye çalışan, utanç verici bir çağrıdır, biz bunu paylaşamayız” demeleri.

Birlikte yaşlandık sizinle, aynı sahneden beslendik. Ama ben artık sizden değilim, size saygım kalmadı artık.

Devletin itibarı yardım çağrısı ile sarsılmadı; devletin itibarı,  vatan topraklarını parsel parsel yabancılara satmaya başladığı gün sarsıldı. O gün utanmanız gerekirken halkın çağrısı karşısında utanmanız “sanatçı” kimliğinize yakışmıyor.

 

Yarın bu yangın söndüğünde, canını dişine takarak dimdik ayakta duran halkın yüzüne bakmaya utanmayacak mısınız?

Bir türkü diyor ki; Kör cahil elinden kul dertli dertli...

Bir de yüreğimizin orta yerine taht kuran sanatçılar var: Haluk Levent gibi; Şahan Gökbakar gibi sanatçılar…

Ve desteğini sosyal medya üzerinden yapan sanatçılar; adlarınızı tek tek yazmasam da sizleri kalbime yazdım…

Ve en önemlisi itfaiyecilere su desteği sağlarken yaşamını yitirin Şahin Özdemir’i unutmayacağız.

Yorgunluktan bitkin düşen, yine de vazgeçmeyen orman çalışanlarını unutmayacağız.

Sırtlarına hortumları dolayıp yangın söndürmeye giden kadınları unutmayacağız.

Canlara acil müdahale eden veterinerleri de unutmayacağız.

Ve evlerinden tahliye edilen vatandaşlara kapılarını açan otel işletmecilerini de unutmayacağız.

Ve yangını “yağmur duası” ile söndürmeye çalışanları das unutmayacağız.

Ve bir kamyon arkası yazısı: Dindarlığını Allah’a göster, bana insanlığın lazım!

Evet, bu yangın sönecek elbet ve biz halk olarak yeniden kenetlenmiş olacağız…

 

“şarkılarla geleceğiz

bir ormanın

yanarken söylediği.

 

sesimiz dağılacak

havalanmış tırpanın

tekinsiz rüzgârıyla.

 

kalbimiz yer değiştirecek

kuşların bayrağı

bir gelincik yaprağıyla.

 

yağmurun ayaklarıyla koşacağız

oğlakların doğumuyla

kirlenmiş kırlarda.

 

şarkılarla geleceğiz

bir dağın

uyanırken söylediği.”

 

Şiir: Salih Bolat