20 Nisan 2017 Perşembe

CENNET BİLEK / AYSEL YENİDOĞANAY İLE SÖYLEŞİ

                                               
         ÖLÜMSÜZLÜĞE GİDEN YOLUN YOLCUSUYDUK


                                                                                        CENNET BİLEK


Sevgili Aysel’i DAMAR dergisi yayın kurulundaki çalışmalarım sırasında dergide yayımlanan sıcacık öykülerinden tanıyordum. Daha sonra edebiyatçılar derneği genel kurulunda yüz yüze tanıma olanağını buldum. Öyküleri gibi sıcak ve samimiydi Aysel. Son kitabı “Annemin Aynası” nı okuduktan sonra onunla şiir ve öykü üzerine söyleşmek istedim. Edebiyat dünyasında sağlam bir duruşu olduğuna inandığım Aysel’in içini biraz deşmek istedim. Edebiyat dünyasında biraz ezber bozmanın gerektiğine inanıyorum. Çünkü Aysel’in öykülerini okuduğumda ezber bozan bir dili olduğunu gördüm.
Aysel Y. Gökçelik öykülerini okurken, insan kendini sürekli sorgulama ihtiyacı duyuyor.  Ve hayata karşı bitmeyen bir özlemin sıcaklığını hissediyor. Kadın ve erkek ilişkilerini, kadının namusunu sorgularken kadınlara yol açıyor adeta. “Başka bir dünya” var dedirtiyor. “Nilgün” öyküsünde olduğu gibi,  bir kadının yaşadıklarının insanı kendine nasıl yabancılaştırdığını seriyor önümüze. Ve pişmanlıkların, vazgeçişlerin kadının ruhunda bıraktığı yaraları deşiyor bu kitabında Aysel Yenidoğanay Gökçelik.



Cennet Bilek: Gerçekten aynalara yansıyan suretlerimizin gerçeğimiz olduğuna inanıyor musunuz?

Aysel: Aynalardaki suretlerimizin gerçeğimizi yansıttığına tabi ki inanmıyorum.
Dünya bir oyun sahnesi. Yaşam da başını anımsayamadığımız, sonunu bilmediğimiz bir senaryo... Bu senaryonun konusu zaman ve mekan konumuna göre farklı bir içeriğe sahip olabilir. Zaman zaman oyuncu değişikliği yapılır, verilmiş roller uygulanır ve oyun durmadan devam eder. Ezberlenmiş repliklerdir bunlar. Her gün prova yapılır. Ezberbozan sufleler yok. Şaşırdığında atılırsın oyundan.
Oysa her gün, her an şaşırıyoruz. Teknoloji sınırları zorlarken, savaş haberlerine şaşırıyoruz. İşgal edilen topraklarda, yüreği işgal edilen kadınların nasıl ayakta durabildiklerine şaşırıyoruz. Ve çığlığı kendi içine gömülü o kadınların çığlığını susuyoruz. Bahar gözlü çocukları susuyoruz. Yıkımlar üzerine inşa ettiğimiz hayalleri susuyoruz. Toprak kokusuna hasret yüreğimizde, çürümüş yaşamları susuyoruz. Ve anlamını yitirmeye başlamışken birçok şey, bizler şaşırmaya devam ediyoruz. Neden? Verilmiş rollerin dışına çıkamıyoruz da ondan.  Maskeler takıyoruz yüzlerimize. “Koruyucu zırhlarımız… Sevdiklerimizi -aslında kendimizi- korumak adına her gün takıyoruz onları; yüzümüze yabancı gülücüklerle… Mutluluk oyununa ortak ediyoruz çevremizdekileri; oyuna geldiğimizi bile bile…”(Annemin Aynası’nda Maske adlı öykümde daha detaylı anlatmışım, her yeni günle birlikte yüzümüze taktığımız farklı maskeleri.)
Gerçek şu ki, yüreğimizi aynalara yansıtabilseydik eğer, suretlerimizin sırı kalmazdı. Çünkü bizler içimizden geçeni söylemek yerine yüreğimizde barındırıyoruz. Büyütüp besliyoruz onları; kimi zaman aşk ile kimi zaman öfke… Söylemek istediklerimizi de yapay ışıltılarla yansıtıyoruz çevremize…
Cennet Bilek: Öykülerinizde hep toplumsal konuları görüyoruz. Bunun nedeni toplumu sürekli sorgulayan bir bakışınıza bağlayabilir miyiz?
Aysel: Yazarlar toplumun muhalif kimlikleridir. Yaşamı olduğu gibi değil olmasını istedikleri gibi kurgularlar. Bu da beraberinde sorgulamayı getirir. Sorgulamaya başladığınız andan itibaren sistemin dayattıklarına başkaldırma dürtüsü harekete geçer. Yazar kimliğinden öte birey olarak kendinizi sorumlu hissedersiniz. Toplumun acıları kendi acınıza dönüşmüştür çünkü. Tam da bu noktada başlar sancılı süreç.  Ben de bu toplumun bir bireyi olarak, yaşamın aynasından yansıyanları önce kendi yüreğimde harmanlarım. Belli bir olgunluğa geldikten sonra kalemin aynasından yansıtırım birikenleri…
Cennet Bilek: “Gelinlik” öykünüzde anlattıklarınız ise hala devam ediyor ülkemizde. Ne bayram ne de düğün dinliyorlar egemen güçler. Ne zaman deliksiz uykulara yatacağız? Ne zaman kendimizi güvende hissedeceğiz?
Aysel: Benim kuşağım, darbe öncesi  (1980) ve darbe sonrası büyük bedeller ödemiş bir kuşaktır. 16-17 yaşındaki çocukların içeri alındığı, insanlık dışı işkencelerden geçirildiği; daha da ileri gidersek, asıldığı bir kuşaktır. - Erdal Eren bunun en canlı örneği.- Yarınları çalınmış bir gençlik ordusu çürüdü zindanlarda. Tek suçları, daha güzel bir dünya düşü… Hangimiz daha güzel bir dünya düşü kurmadık ki? Ve hala kurmaya devam ediyoruz.
 “Gelinlik” öykümdeki Seher’de bunlardan biri.
  Hazır giyim atölyesinde ütücü olarak çalışan Seher,  aynı işyerinde çalışan Murat’la evlilik hazırlığı yapıyor… Seher ve Murat giyim atölyesinde sendikalaşmanın mücadelesini veriyorlar. Her zamanki gibi destekleyenler de var karşı çıkanlar da. Gelinlik’den bir bölüm aktarayım Murat’ın sözleriyle : “Üç kuruşa talim eden insanlar, işten çıkarılma korkusuyla sendikalaşmaya karşı geleceklerdir. Yıpratmaya çalışacaklar. Senin yanındaymış gibi görünenler, arkandan dolaplar çevirecekler. Burada yetmiş kişi çalışıyor ama imza atacak onbeş cesur yürek bulmak kolay değil, bilesin.”
 Gizli örgütlenme, işveren yanlılarınca sabote ediliyor. Gelinlik provasını yaptığı gün Murat’ın içeri alındığını öğreniyor Seher. “Diri tut öfkeni Seher diri tut!” deyip çıkarır gelinliğini ve Anton Çehov’un “Kayaları delen damlaların şiddeti değil, damlaların sürekliliğidir” sözüne yaslanarak haykırır: “Unutma! Gün bedel ödeme günüdür! İşçi temsilcisinin sen olduğunu bilmiyor ki muhbirler. Yarın sendika temsilcileriyle masaya otur, karşılıklı atılsın imzalar. 1 Mayısta yüreği aşkla çarpan insanların arasında ol alanlarda. Sürgünlerin boy verdiğini göreceksin.”
Gördüğün gibi sevgili Cennet, rahat uykular haram bize… Hala serçe tedirginliğinde yaşıyoruz… Hala güzel bir dünya düşü kuran insanlarımız içeride… Hala Cumartesi Anneleri Galatasaray Meydanı’nda bir araya geliyor…
Ya sistemin bir parçası olup küllendireceğiz ateşi ya da diri tutup öfkemizi, nehir yüreklere akacağız…
Cennet Bilek: Toplumda “tabu” olarak görülen, kadının yazgısı gibi kabullenilen konulara parmak basmak sevindirici.  Tabuları yıkmak kolay değil sanırım.
Aysel: “Tabu” dediğimizde aklımıza ilk gelen şey “namus” oluyor. Namus kavramıyla bağdaştırılan da kadındır haliyle. Bu da cins ayrımcılığının en belirgin özelliği.“Uğruna ölümlere gidip geldiğimiz”, hapislerde yattığımız, “ya benimsin ya toprağın” dediğimiz kadın… Hep emanet gibi görülen, namusu babasından, abisinden, kocasından, oğlundan sorulan kadın… O, “eksik etek” dir. Kendi kendini koruyamaz. “Saçı uzun aklı kısa” dır, kandırıverirler onu, aklını çelerler…
Ne acıdır ki son yıllarda kadına yeni bir kimlik daha kazandırıldı:  O “baştan çıkarıcıdır”,  “şehvet duygularını kamçılayandır.”  Bu durumda hemen tesettüre girmesi gerekiyor! Bulunan çözüm ortada. Bu söylemlerin arkasında kim var? Dinci, erkek egemen cephe.  Neyle korkutuluyor kadınlar? Günahla! Günah diye bir şey yok aslında. Kılıçtan geçirilmiş öğretilerde kadının evine ve erkeğine sadık kalması için; korkutmak ve sindirmek adına erkek egemen erk tarafından afyon niyetine ortaya atılan uydurma bir söylem… Toplum geneline baktığımızda yüzde seksen oranında bu söyleme “inanmış gibi” görünen kadınlar var.
“Gibi” yaşamak acıtıcıdır aslında. İkili ilişkide sürekli bir aldatma söz konusu.  Kocasının varlığı üzerinden kendi varlığını sürdürmeye çalışan kadın, hem kendini hem de çevresindekileri aldatmış oluyor. Neden? Çünkü “kendi olma” hakkı verilmemiştir ona. Tabu olarak görülen cinselliğini bile doyasıya yaşayamamıştır. Orgazmın ne olduğunu dahi bilmeden, sırf kocasını mutlu etmek için yalancı çığlıklar atmıştır. Beklentilerini, düşlerini askıya almıştır. Kendine biçilen rollerle yaşamını sürdürmeye çalışmıştır. Attığı çığlıklar kendi iç nehirlerinde boğuldu. Sonuçta kadının tabularını yıkabilmesi için öncelikle kendine inanması ve birey olması gerekiyor. Dayatılan yaşam biçimine tepki gösteren kadınlar, birey olmayı başarabilen kadınlardır.
Cennet Bilek: Kadın dernekleriyle paylaştınız mı öykülerinizi?
Aysel: Bazı kadın derneklerine ve Uçan Süpürge’ye kitaplarımı gönderdim.
Ben bir dönem Emekçi Kadınlar Birliği’nin Adana’da gönüllü üyesiydim. Dernek çatısı altında birçok söyleşi ve seminerlere katıldım.
Bilinen şu ki dünyanın her yerinde kadınlar fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalıyorlar. Cinsel istismara uğruyorlar. Yaşadıkları travmaları atlatabilmeleri için desteğe ihtiyaçları var. Kadın dayanışmasına inananlardanım…
Cennet Bilek:  Özgeçmişinizi okuyunca, yazmanın “Tanrı vergisi” olmadığına kanaat getirdim bir kez daha… Siz ne dersiniz bu konuda?
Aysel: Yazmak tabii ki Tanrı vergisi değildir. “Seçilmişlik” söz konusu olabilir. Görme, duyma, algılama, diğer insanlara göre daha farklıdır yazan kişilerde… Sözcük seçimi, dili kullanma yetisi, kurgulama bunlar çalışarak, okuyarak geliştirilen yetilerdir.
Bir kırlangıcın, minicik gagasıyla, bıkmadan, usanmadan, sabırla çamur taşıyıp yuva yapmasına benzer yazmak. Hem insanlara yakın hem de bir o kadar uzak… Hem içindesin hayatın hem dışında. Kırlangıç senin o kadar yakınından geçer ki tutuverecekmişsin duygusuna kapılırsın. Sabah, öğle, akşam balkonun bir ucuna yuva yapmış kırlangıcı gözlersin. Bir kez olsun avucuna konsun istersin… Öyle ani ve öyle hızlı bir uçuşu vardır ki bir an için kırlangıcın sana saldıracağını düşünürsün. Bu düşünce ile çıldırırsın. Onun yuvasını bozmamak adına balkonunun kirlenmesine aldırmamışsın, ama o ne yapıyor; sana saldırıya hazırlanıyor. Onu yok etmek istediğini düşünüyor çünkü… Kendini koruma içgüdüsü… İnsanlara güvenmeme… Savaş zırhlarını kuşanması, minicik yüreğinin gücünü zorlayarak inşa ettiği (ya da yarattığı) yuvasının (kalesinin) sınırlarını (surlarını) belirlediğini gösterir: “Sınırları aşma, çıldırırsam fena olur!” demek istiyor.
Yazmak, yaratıcılığın en uç noktasıdır; çıldırma noktasındaki insanın yaşama geri dönmesidir.
Çıldırma aşamasında kalemsilahlara sarılıp, sözcük mermileriyle savaşarak, yenen ve yenilenin kim olduğunun ayırdına varmadan normal yaşama geri dönmenin can bulmuş halidir yazmak. Birçok sanatçı, (yazar, şair, ressam, heykeltıraş, besteci) en iyi eserini çıldırma anında yaratmıştır. Çıldırma Tanrı vergisi olmadığına göre, yazarlık da bizi çıldırmaktan koruyan, düş gücümüzle inşa ettiğimiz bir kalkan. Sınırlar aşıldığında çıldırıyoruz…
Cennet Bilek: Günümüzde öykülerin gittikçe kısaldığını görüyoruz. Bunun nedeni ne olabilir?
Aysel:  Öykünün Dünyası Öykünün Yazarı konulu bir panelde, “Öykü yazarının yaşama bakışı bir romancıdan farklıdır. Belli kalıpları ve kuralları yoktur onun. Özgürdür. Bir çiçeğin kokusu, bir çocuğun ağlaması, yeni doğmuş bir bebeğin ilk çığlığı, buğulu bir günün ardından son kızıllığını yayan güneşin can çekişini; bir sevgilinin saçlarında gezinen el ile anne elinin sıcaklığını aynı duyarlılıkla vermesi bundandır.” Demiştim. 
Sorunuza gelecek olursak, yanıtı üstteki paragrafta gizli: Öykü özgürdür. 
Yaratıcısının kollarına bırakır kendini. Yazar ve öykü ruh ikizidir aynı zamanda. Birbirlerinden kopmaları imkansız. Yazar sayfalar dolusu betimlemeler yerine tek sayfada dünyayı gözlerinizin önüne serebilir.
Öykülerin kısalma nedeni yaratıcı yazarlığın sınırları zorlamasından kaynaklı olabilir. Edebiyat alanında yazması en kolay gibi görünen öyküdür. Ama görüntü ve gerçek her zaman birbiriyle çelişir. Diyelim ki bir şiir okuyorsunuz ve siz o şiirde yalnızca bir tek dizeye vuruluyorsunuz. İşte o zaman şiir amacına ulaşmış oluyor. Öyküde de durum aynı: Çarpıcı ve öz. Annemin Aynası’ndaki Kaçak Sevda adlı bir sayfalık öyküm buna en iyi örnek. Okuyuculardan gelen e-postalardan edindiğim izlenimlere göre “en iyi öykü” seçildiğidir.
Öykülerin kısalması bir bakıma iyi oldu. Yeni nesil zamanının çoğunu ya bilgisayar başında geçiriyor ya telefon başında. Teknoloji baş döndürücü bir hızla ilerlerken, kitap okuma alışkanlığı giderek azalmaya başladı. Uzun okumalara kimsenin vakti kalmadı. Yeni okuyucu kitlesi kazanabilmek adına öyküdeki gereksiz ayrıntıları ve laf kalabalığını atıp, özü aktarmak en iyisi…
Cennet Bilek: Ben Aysel’in yazdıklarını okuyunca “takdirname” bekleyen yazarlar, şairler geldi aklıma. Buna gerek var mı?
Aysel: Yok. Yazar, ne yazdığını ve kimin için yazdığını biliyorsa sorun yok. Bir yerlerde kendisiyle aynı duyguları paylaşan birileri mutlaka olacaktır. Yalnızca o birileri için bile yazmak yeterlidir…
Cennet Bilek: Şiir mi öykü mü öncelikli dersem, ne dersiniz?
Aysel: Bu çok zor bir soru aslında. Şiir benim vazgeçilmezim, ilk göz ağrım. Şiir okuyup, şiir yazmadığım gün eksik hissederim kendimi. Öykülerim daima şiirden beslenir.
Ben yazmaya şiirle başlayanlardanım. Şiire sevdalıydım ama öyküye vuruldum sonra. “Hişt! Hişt!” diyen sesin peşi sıra sürüklendim. Ve şimdilik özelime aldım şiiri. Öykü en büyük aşkım…
Cennet Bilek: İleride roman yazmayı düşünür müsünüz?
Aysel: Doksanlı yılların başında böyle bir çalışmanın içine girdim. 211 sayfalı bir roman yazdım. 211 A4 demek, yaklaşık 400 sayfa demektir. Beğenmedim sonra. İçerik olarak güzeldi ama kurguda kopukluklar oldu. Bir daha da denemedim. O roman durur hala. İçinden onlarca öykü çıkar aslında. Onu şimdilik bozmayacağım. Yazılmış ama basılmasına izin verilmemiş ilk ve son romanım olarak kalsın istiyorum. Öyküyle devam edeceğim yoluma...
Cennet Bilek: Edebiyat ödülleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aysel: Yazmaya ve yazdıklarımı paylaşmaya başladığım yıllarda “ödül almak” önemliydi benim için. Şöyle düşünüyordum: Ödül, yazarlığın payesidir. Herkes tarafından tanınacaksın, daha çok okuyucuya ulaşacaksın, vs. vs… 98’de Orhan Kemal 3.lük ödülünü aldığımda bile çok mutlu olmuştum… Şimdi bulunduğum noktadan geriye dönüp baktığımda bunun ne kadar anlamsız olduğunu görüyorum. Çünkü Türkiye’de “ödül sistemi”nin nasıl çalıştığını biliyorum. Seçici kurulda yer alan isimlere bakarak gönderdiğin dosya veya kitap ya seçici kurulun eline geçmeden değerlendiriliyor ya da seçici kurul bir içki masasında bir araya gelip; “Dosyaları okuyan var mı? Bu yıl ödülü kime verelim?” mantığıyla karar alıyor. Sonuçta ödülü alan kişi milli piyangodan çıkmış oluyor. Bazı yarışmalarda da ödülün kime verileceği aylar öncesinden biliniyor. 2.lik, 3.lük de teselli armağanı…
Son örneğini Birgün gazetesinin Reha Mağden adına düzenlediği öykü yarışmasında gördük. Seçici kurulda adı geçen kişiler, kendilerine dosya iletilmediğini bildirdiler. Birinci seçilen Kevser Ruhi’de ödülü reddetti.
2002 yılında “Kanatılmış Karanfiller” adlı öykü dosyamı Bilgi Yayınevine göndermiştim. İncelemek için iki aylık süre vermişlerdi. İki ayın sonunda Ankara’ya gittim. Tanınmış bir yayıneviyle çalışacağım için seviniyordum. Düşkırıklığı… Dosyayı önce bir yarışmaya göndermeliymişim, ardından ödül almalıymışım, ancak o zaman basabilirlermiş. Şişme yazar olmak gerekiyor. Birileri koltuk altını destekleyecek, sen öyle yürüyeceksin. Ödül, birilerinin üzerinden kendini varetmekse eğer, ben bu oyunda yokum.
Yazmak benim yaşam biçimim. Doğdum, yazıyorum ve öldükten sonra da yaşamak istiyorum. Bunun ödülünü de tarih yazacaktır…
Cennet Bilek: Ölüm, tensel bir yok oluştur. Sizden geriye kalan duygular ölümsüzdür. Siz bunu başardınız, kuşkunuz olmasın. Yazmak, içinde bulunduğumuz derin yalnızlığı azaltmak için en önemli ilaç bence. Yabancılaşmanın gitgide hayatımızı kuşattığını gördükçe de iyi ki yazıyoruz, iyi ki edebiyat var diyorum. Ölümsüzlüğe giden yolun yolcusu olmak, o yolda beraber yürümek dileğiyle… Söyleşi için çok teşekkürler.

Aysel: Ben teşekkür ederim…

2009/ANKARA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder