YOLCULUK
Aşk
ateşi dolaşırken damarlarında
Dağların karı erimeden
“sen yolculuklara yeniden başla”
Sınırsız
güzellikler uzayıp kısalıyor yanı başımda. Hareket halindeki aracın camından
uzatıversem elimi, yakalayıvereceğim güzellikleri…
Yolculukların
en güzel yanı bu. Mevsimine göre değişen doğanın renkleri büyülüyor insanı.
Sonbaharda yol kenarında sararmaya yüz tutmuş otlar, ağacın dallarına sıkıca
tutunup, düşmemek için direnen, rüzgârla savrulan birkaç yaprak, sisle kaplı
dağlar ve kışa hazırlanan yol boyu evleri…
İlkyazda yeşil
gelinliğini giyinir dağlar, ovalar. Erimeye başlayan karların çaylara, derelere
süzülüşü, yolculukların vazgeçilmez tutkusu. O karlarla birlikte erir içiniz.
Gökkuşağına bürünmüş doğanın ortasında olmak istersiniz. Gelinciklerin nazlı
süzülüşü, papatyaların albenisi, zakkumların çekiciliği, açelyaların soyluluğu
alır götürür sizi bir yerlere…
Yaza hazırlanan
tarlalarda çapa sallayanlara bir selam gönderirsiniz sessizce. Yüreğinizin
gülücükleri yansır cama.
Ve artık hasadı
bekler başaklar. Yaz güneşi sarmıştır ovaları. Sapsarı ışın huzmeleri yükselir
yeryüzünden göğe doğru. Ve bir başka doğa harikası alır sizi, göğün ve denizin
bir olduğu yere bırakır; maviyle kucaklaşırsınız. “Deniz üstü köpürür/hey canım
rinanay rina rina rinanay/gemiye de binsem götürür/hey canım hey!”
Bir gemi değil,
bir otobüs alıp götürdü beni bir kış ikindisinde. Beni ve sevgilimi…
Dağların karına
dokunmaya gidiyoruz. Yemyeşil bir denizin ortasında yol alıyoruz. Güneyin o
kendine özgü havası sarıyor bizi. Turunç ve portakal ağaçları eşlik ediyor
bize. Güneşin ufukta kızıl halkalarla dans edişi, kara dokunma tutkusunu daha
da ateşliyor. Pozantı’ya yaklaştıkça dağların dumanlı başları görünmeye
başladı. Porselen heykellere benziyordu ağaçlar. Sevinç çığlıkları atıyorum.
Sevgilim de coşuyor benimle. Sıkıca sarılıyor bana. Uzansak kar küreyecek
yüreklerimiz.
Pozantı’dayız.
Akşam erken inmiş yollara. Dinlenme tesislerinden birine giriyoruz. İlk düş
kırıklığıyla tanışıyoruz. Son bir aydır havalar güneşli olduğundan karlar
erimeye başlamış. Özellikle yol kenarlarında ve evlerin önündeki karlar buz
kütlesine dönüşmüş. Garson: “Tepelere doğru çıkarsanız, kar görme şansınız var.
Size torba verelim, doldurup götürebilirsiniz” Diyor, alaycı bir ses tonuyla.
Dışarı
çıkıyoruz. Dağların yeşili karanlığa boyun eğmiş. Siyah ve beyazın egemenliği
altında her şey. Yol boyu uzayan ışıkların karanlıkla işbirliği yapması, ay
aydınlığını yok ediyordu.
Bir ileri bir
geri gidip geliyoruz tesisin önünde. Bir poşet dolusu kar uğruna mı kat
etmiştik onca yolu? Kar olmayınca Pozantı’da kalmanın anlamı var mı?
Sevgilim ve ben
suskunuz. Otobüsteyken hiç susmayan biz, konuşma yetisini yitirmiştik. Sıkıca
tutuyoruz birbirimizin elini.
Karla yaşam
savaşı veren insanları düşündüm. Kimi bölgelerde altı ay sürer kış. Geçit
vermez yollar. Su gereksinimlerini, karı eriterek karşılarlar. Kış
umduklarından da uzun sürerse, yazın stokladıkları yiyecek ve yakacaklar
tükenince, zor günler için besledikleri hayvanları kesmeye başlıyorlar.
Hayvanları olmayanlar da kuru ekmeği tirit (etsiz) yapıp yiyorlar.
Bizlerse zevk
için kar görmeye geliyoruz. Sürekli karla iç içe yaşıyor olsaydık, karın tadına
varabilir miydik? Sanmıyorum. Denizi hiç görmemiş birinin deniz düşü görmesi
nasıl doğalsa, bizim kar görme isteğimiz de o kadar doğal.
Yüreğimin
acıyan kısmına tuz basıyorum. Bırakıyorum sevgilimin elini. Yere eğiliyorum.
Hayali kar dolduruyorum avuçlarıma. Top top ediyorum onu. Birkaç adım gerileyip
sevgilime fırlatıyorum. Şaşkınlıkla bakıyor yüzüme.
“Ne
yapıyorsun?”
“Kartopu
oynuyorum.”
“Saçmalama.
Olmayan karla mı?”
“Tut ki kar
var. Tut ki oynuyoruz seninle. Kahkahalar atıyoruz. Tut ki yuvarlanıyoruz
yumuşacık karların üzerine. Çılgınca sevişiyoruz. Soluk soluğa koşuyoruz sonra.
Yakalıyorsun beni. Yeniden sarılıp öpüşüyoruz.”
“Delisin sen!”
“Deli olmasam
seninle ne işim olurdu. Aşk delilik değil midir?”
Sonunda
güldürebilmiştim onu.
Dünyanın sonu
değil ya. Yine geliriz. Hatta kışı altı ay süren yerlere gideriz. Doğa
koşullarıyla savaşan insanlara konuk oluruz. Sade suya tirit paylaşırız
onlarla.
Uzun
yolculukları seviyorum biliyorsun. İşim olmasa da uzun yola çıkmanın coşkusunu
hiçbir şeyde bulamam. Kalabalıklar içinde yalnızlığın tadını çıkarırım. Her istasyonda
duran trenlere koşuşan satıcı çocukların yüzlerini çoğaltırım yüzümde. Her
molada “çaylar şirketten” diyen otobüs muavininin(muavin de yok artık, hostes)
sesine takılırım. –Artık hiçbir firma “çaylar şirketten” demiyor ya o da ayrı
bir burukluk.- Yol boyu uzanan güzelliklerin yaşamımızda ne kadar etkili
olduğunu ve bunları neden çoğaltamadığımızı düşünürüm. Güzellikler yaşandıkça
ve çoğalttıkça güzeldir.
Hadi gel, bir
çılgınlık daha yapalım seninle. Gelen otobüslerden birini durduralım. Mersin’e
gidelim. Sahile ineriz. Denizin yosunlu kokusunu çekeriz içimize. Dalgalar
vururken kıyıya, bir kayanın üzerinde sevişiriz. Bir balıkçının teknesinde
sabahlarız, kaçak aşıklar gibi. Asayiş ekiplerine yakalanırsak evlilik
cüzdanımızı gösteririz. Sahi, biz evliydik değil mi? Senin yanındayken zaman
kavramını yitiriyorum. Seni seviyorum.
Yüzü
aydınlanmaya başlamıştı. Hızla gelip geçen araçların rüzgârına aldırmadan
sıkıca sarıldım ona. Soluksuz kalana kadar öpüştük. Damarlarımızdaki aşk ateşi,
dağların doruklarında biriken karları eritecek güçteydi.
Mersin’in
portakal çiçekleri, karşılayın bizi. Dağların karı erimeden, yolculuklara
başladık yeniden…
A.Y. 2 Ocak/1996/Adana
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder