21 Nisan 2017 Cuma

YOLCULUK






                          YOLCULUK
                                                             
                                    
  Aşk ateşi dolaşırken damarlarında
                                                    Dağların karı erimeden
                                                    “sen yolculuklara yeniden başla”


Sınırsız güzellikler uzayıp kısalıyor yanı başımda. Hareket halindeki aracın camından uzatıversem elimi, yakalayıvereceğim güzellikleri… 
Yolculukların en güzel yanı bu. Mevsimine göre değişen doğanın renkleri büyülüyor insanı. Sonbaharda yol kenarında sararmaya yüz tutmuş otlar, ağacın dallarına sıkıca tutunup, düşmemek için direnen, rüzgârla savrulan birkaç yaprak, sisle kaplı dağlar ve kışa hazırlanan yol boyu evleri…
İlkyazda yeşil gelinliğini giyinir dağlar, ovalar. Erimeye başlayan karların çaylara, derelere süzülüşü, yolculukların vazgeçilmez tutkusu. O karlarla birlikte erir içiniz. Gökkuşağına bürünmüş doğanın ortasında olmak istersiniz. Gelinciklerin nazlı süzülüşü, papatyaların albenisi, zakkumların çekiciliği, açelyaların soyluluğu alır götürür sizi bir yerlere…
Yaza hazırlanan tarlalarda çapa sallayanlara bir selam gönderirsiniz sessizce. Yüreğinizin gülücükleri yansır cama.
Ve artık hasadı bekler başaklar. Yaz güneşi sarmıştır ovaları. Sapsarı ışın huzmeleri yükselir yeryüzünden göğe doğru. Ve bir başka doğa harikası alır sizi, göğün ve denizin bir olduğu yere bırakır; maviyle kucaklaşırsınız. “Deniz üstü köpürür/hey canım rinanay rina rina rinanay/gemiye de binsem götürür/hey canım hey!”
Bir gemi değil, bir otobüs alıp götürdü beni bir kış ikindisinde. Beni ve sevgilimi…
Dağların karına dokunmaya gidiyoruz. Yemyeşil bir denizin ortasında yol alıyoruz. Güneyin o kendine özgü havası sarıyor bizi. Turunç ve portakal ağaçları eşlik ediyor bize. Güneşin ufukta kızıl halkalarla dans edişi, kara dokunma tutkusunu daha da ateşliyor. Pozantı’ya yaklaştıkça dağların dumanlı başları görünmeye başladı. Porselen heykellere benziyordu ağaçlar. Sevinç çığlıkları atıyorum. Sevgilim de coşuyor benimle. Sıkıca sarılıyor bana. Uzansak kar küreyecek yüreklerimiz.
Pozantı’dayız. Akşam erken inmiş yollara. Dinlenme tesislerinden birine giriyoruz. İlk düş kırıklığıyla tanışıyoruz. Son bir aydır havalar güneşli olduğundan karlar erimeye başlamış. Özellikle yol kenarlarında ve evlerin önündeki karlar buz kütlesine dönüşmüş. Garson: “Tepelere doğru çıkarsanız, kar görme şansınız var. Size torba verelim, doldurup götürebilirsiniz” Diyor, alaycı bir ses tonuyla.
Dışarı çıkıyoruz. Dağların yeşili karanlığa boyun eğmiş. Siyah ve beyazın egemenliği altında her şey. Yol boyu uzayan ışıkların karanlıkla işbirliği yapması, ay aydınlığını yok ediyordu.
Bir ileri bir geri gidip geliyoruz tesisin önünde. Bir poşet dolusu kar uğruna mı kat etmiştik onca yolu? Kar olmayınca Pozantı’da kalmanın anlamı var mı?
Sevgilim ve ben suskunuz. Otobüsteyken hiç susmayan biz, konuşma yetisini yitirmiştik. Sıkıca tutuyoruz birbirimizin elini.
Karla yaşam savaşı veren insanları düşündüm. Kimi bölgelerde altı ay sürer kış. Geçit vermez yollar. Su gereksinimlerini, karı eriterek karşılarlar. Kış umduklarından da uzun sürerse, yazın stokladıkları yiyecek ve yakacaklar tükenince, zor günler için besledikleri hayvanları kesmeye başlıyorlar. Hayvanları olmayanlar da kuru ekmeği tirit (etsiz) yapıp yiyorlar.
Bizlerse zevk için kar görmeye geliyoruz. Sürekli karla iç içe yaşıyor olsaydık, karın tadına varabilir miydik? Sanmıyorum. Denizi hiç görmemiş birinin deniz düşü görmesi nasıl doğalsa, bizim kar görme isteğimiz de o kadar doğal.
Yüreğimin acıyan kısmına tuz basıyorum. Bırakıyorum sevgilimin elini. Yere eğiliyorum. Hayali kar dolduruyorum avuçlarıma. Top top ediyorum onu. Birkaç adım gerileyip sevgilime fırlatıyorum. Şaşkınlıkla bakıyor yüzüme.
“Ne yapıyorsun?”
“Kartopu oynuyorum.”
“Saçmalama. Olmayan karla mı?”
“Tut ki kar var. Tut ki oynuyoruz seninle. Kahkahalar atıyoruz. Tut ki yuvarlanıyoruz yumuşacık karların üzerine. Çılgınca sevişiyoruz. Soluk soluğa koşuyoruz sonra. Yakalıyorsun beni. Yeniden sarılıp öpüşüyoruz.”
“Delisin sen!”
“Deli olmasam seninle ne işim olurdu. Aşk delilik değil midir?”
Sonunda güldürebilmiştim onu.
Dünyanın sonu değil ya. Yine geliriz. Hatta kışı altı ay süren yerlere gideriz. Doğa koşullarıyla savaşan insanlara konuk oluruz. Sade suya tirit paylaşırız onlarla.
Uzun yolculukları seviyorum biliyorsun. İşim olmasa da uzun yola çıkmanın coşkusunu hiçbir şeyde bulamam. Kalabalıklar içinde yalnızlığın tadını çıkarırım. Her istasyonda duran trenlere koşuşan satıcı çocukların yüzlerini çoğaltırım yüzümde. Her molada “çaylar şirketten” diyen otobüs muavininin(muavin de yok artık, hostes) sesine takılırım. –Artık hiçbir firma “çaylar şirketten” demiyor ya o da ayrı bir burukluk.- Yol boyu uzanan güzelliklerin yaşamımızda ne kadar etkili olduğunu ve bunları neden çoğaltamadığımızı düşünürüm. Güzellikler yaşandıkça ve çoğalttıkça güzeldir.
Hadi gel, bir çılgınlık daha yapalım seninle. Gelen otobüslerden birini durduralım. Mersin’e gidelim. Sahile ineriz. Denizin yosunlu kokusunu çekeriz içimize. Dalgalar vururken kıyıya, bir kayanın üzerinde sevişiriz. Bir balıkçının teknesinde sabahlarız, kaçak aşıklar gibi. Asayiş ekiplerine yakalanırsak evlilik cüzdanımızı gösteririz. Sahi, biz evliydik değil mi? Senin yanındayken zaman kavramını yitiriyorum. Seni seviyorum.
Yüzü aydınlanmaya başlamıştı. Hızla gelip geçen araçların rüzgârına aldırmadan sıkıca sarıldım ona. Soluksuz kalana kadar öpüştük. Damarlarımızdaki aşk ateşi, dağların doruklarında biriken karları eritecek güçteydi.
Mersin’in portakal çiçekleri, karşılayın bizi. Dağların karı erimeden, yolculuklara başladık yeniden…


                  A.Y.                               2 Ocak/1996/Adana








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder