13 Ekim 2014 Pazartesi

YENİ BAŞLANGIÇLAR
                                                                                                                                                                                                   Aysel Yenidoğanay
                                   
Hayat bazen istenmeyen oyunlar oynar bize.
            Ve aslında hayat, biz planlar yaparken başımıza gelendir.
Çıkmazlara gireriz zaman zaman. Yaşanan olaylar karşısında kendimizi çaresiz ve de yetersiz hissederiz. Ne yapacağımızı, nasıl baş edeceğimizi bilemeyiz. Açık bir denizde ıssızlığa yelken açmış durumuna düşeriz. Alabora olur teknemiz. Uzanacak bir el aranırken yelken direği düşer şansımıza. Ve tüm olumsuzluklara karşın hayatta kaldığımıza şükreder, kıyıya ulaşmak için dua ederiz.
“Ne hayatın hakimisiniz/ne de hayat karşısında çaresiz” der Şems Tebrizi. Olumsuzlukları yaratan kendi düşüncelerimizdir. Yaşama bakış açımızdır.
Alabora olmuş tekneden kurtulduğumuza sevindiğimiz andan itibaren kendimizi yeniden doğmuş gibi hissediyorsak, yeni başlangıçlara hazırız demektir. Geçmişten arınıp bugüne dair düşünceler oluşturmalıyız. Bizi yaşama hazırlayacak olan bugündür. Zihin odalarımızda ne kadar kötü ve olumsuz düşünce varsa kaldırıp atmalı ve yürek gözlerimizi açık tutmalıyız. Yürek gözlerimiz bedenimizin ışığıdır. Bizi biz yapan da beden ışığımızdır. Güzel gören güzel düşünür ve güzel yaşar. Bunun için geçmişte yaptığımız hataları affetmeliyiz önce. Evet, kendimizi affetmeliyiz ki yeni başlangıçlara hazır olalım.
Herhangi bir savaşta yenik düşmek dünyanın sonu değildir. Önemli olan her savaşın ardından başın dik olmasıdır. Çünkü her savaşın mutlaka bir kazananı olacaktır. Yaşam savaşında kazançlı çıkmak için stratejileri doğru zamanda doğru yerde kullanmak gerekir. Bunun için de insanın önce kendisine inanması gerekir. İnancınızı ve düşlerinizi canlı tuttuğunuz sürece hedeflere ulaşmanız kaçınılmazdır. Çünkü dünyanın merkezinde siz varsınız ve her şey sizin ekseninizde dönüyor. Siz iyi hisseder iyi düşünürseniz her şey mutlaka güzel olacaktır; tüm olumsuzluklara karşın.

Bugün, geçmişte sizi yaralayan, inciten, kıran, acıtan ne varsa affedip, yeni başlangıçlar için ilk adımı atmaya hazır mısınız?

3 Ekim 2014 Cuma




            ÇOCUKLUĞUMUN BAYRAMLARI     

Aysel Yenidoğanay

“Mevlana şekeridir çocukluğumun bayramları/Babaannemin beyaz bir mendille sardığı” (A.Y)
Hani nerede o eski bayramlar?” diye başlar ya söze biz yaştakiler. Gençlikte bu ifadenin hiçbir anlamı yoktu benim için. Ama şimdi, yürekte git gide büyüyen kocaman bir boşlukla o günlerin özlemini çekiyorum. Kendi çocuklarıma, günler öncesinden hazırlanılan bayram coşkusunun güzelliğini yaşatamıyorum. Neden? Bayramlar “bayram gibi” yaşanmıyor artık.
Bundan bir otuz yıl önce, zengin-fakir ayırımı olmaksızın herkes kendi bütçesine göre bayram alışverişi yapardı. Bütün çocukların mutlaka bir bayramlığı olurdu. Ve en önemlisi kırmızı ayakkabılar. Elbise ve ayakkabı akşamdan yatağın başucuna konulur; gece bayramlıkların sevinciyle dünyanın en güzel rüyaları görülürdü. Bayram namazıyla birlikte herkes ayakta olur, en güzel giysiler giyinilir, büyükten küçüğe doğru bayramlaşma başlardı. En güzeli de komşularla bayramlaşmaktı. Bilirdik ki şeker ve çikolatanın yanı sıra “el öpme parası” verilecekti. Çocukluğumuzu çocuk gibi yaşardık bayramlarda.
Aile büyükleriyle birlikte yaşamanın getirisiyle, sevgi, saygı ve hoşgörü “meziyet” değil, yaşam biçimiydi. Şimdi geriye dönüp baktığımda, içimi sızlatan birer anı olarak kalmış çocukluğumun bayramları.
Bayramlar bir dinlenceye dönüşmüş. Eş, dost, akraba ziyaretlerinin yerini mesajlaşma almış. Ve en önemlisi dünya bir kan gölüne dönüşmüş. Savaş sınırlarımızı zorluyor. Hoşgörüsüz, tahammülsüz, öfkeli ve bencil bir topluma dönüştük. Birbirimizi ötekileştirerek, birilerini ezip geçerek yürümeye ve yükselmeye çalışıyoruz. Dinin hoşgörüsünden uzaklaşıp, çocuklarımıza “dini yaptırım” uyguluyoruz. Çocuklarımıza oynayacak alan bırakmamışken; onları eğitim sisteminde bir yarış atı gibi görüyorsak; yetmedi, kız çocuklarının başını örtüyorsak; bu çocuklar ne zaman çocuk olacaklar? Ne zaman koşup oynayacaklar? Daha doğrusu nerede oynayacaklar?
Unutmayalım ki Kurban Bayramının özü, çocuklarımızı kurban etmemektir. Ve unutulmamalı ki bayramları bayram yapan çocuklardır. Çocukların yüzü güldüğünde dünya güler.

Umutsuzluğun umuda dönüşeceği günlerin aydınlığında Kurban Bayramınızı kutluyor, mutlu yarınlar diliyorum…

BODRUM HABER 48 Aracılığıyla

25 Eylül 2014 Perşembe

            CARPE DIEM

             YAŞAMIN AYNASINDAKİ KADINLAR

                                                                       Aysel Yenidoğanay


            Söze nereden başlamalı?
Kadın analardan mı, emanet kadınlardan mı? Eksik eteklerden mi, saçı uzun aklı kısalardan mı?
Bu ve benzeri terimleri çoğaltmak mümkün. Sonuçta kadını ana, eş, sevgili gibi değil de “kaşık düşmanı” olarak gören feodal yapı değişmedikçe, kadına yakıştırılan sıfatlar da değişmeyecektir.
Cinsiyet ayrımcılığı ana rahminde döl tuttuğu andan itibaren başlıyor. “Erkek adamın erkek evladı olur” söylemi, kadını yok saymanın ifadesidir. Bu ifade süreç içinde şiddete dönüşüyor.
Burada şiddet dayak olarak değil, sözsel ve psikolojik baskı olarak çıkıyor karşımıza. Kadın suçluluk duymaya başlıyor. Kendi kimliğinden utanıyor. Erkek çocuk doğuramamanın sancılarını çekiyor.
Toplumun geneline baktığımızda, eğitimsiz kadınlarımızın bu tür bir sorunla daha sık karşılaştığını görüyoruz.
Bir de güneydoğulu kadınların yüreklerine kazınmış bir “kara yazgı” dır sanki erkek çocuk sendromu.
Sorunun kromozomlarda olduğunu bilmeden dövünüp durur kadınlar. XX’in dişi, XY’nin erkek olduğunu bilse sorun çözülecek.
Kromozomlardan da anlaşılacağı gibi “Y” tek başına erkek olamıyor ne yazık ki. Dişi kromozomla birleşince kendi kimliğine kavuşuyor erkek.
Tabi burada bilimsel açıklamalara girişmeyeceğim. Erkek çocuk doğuramamanın kadınların sorunu olmadığını vurgulamak istiyorum.
Hep kadının eğitilmesinden söz ediyoruz.
Kadını eğitmek için öncelikle erkeğin eğitimli olması gerekiyor. Akademik bir eğitim değildir söz konusu olan. Gelenek, görenek ve töre üçgeninin dışına çıkabilmeyi başarmış olan erkek zaten eğitimlidir. Kadını “insan” olarak görebilmeyi başarmış erkek,  ona hak ettiği saygınlığı kazandırmış demektir.
Bugün Türkiye’nin penceresinden baktığımızda, bu üçgenin dışına çıkabilmiş insanların azınlıkta olduğunu görürüz.
“Neden-Sonuç” ilişkisi ortada. Kadın bedeni üzerinden siyaset yapılabiliyorsa bu ülkede; kadını namusu bir erkeğin namusu olarak kabul görüyorsa ve hala “iki bacak arası” edebiyatı prim yapıyorsa; bu kadının güçlü olduğunun göstergesidir. Erkek kadının gücünden korkuyor demektir. Hiçbir erkek çevresinde kendinden daha akıllı ve daha başarılı bir kadına tahammül edemez.
Örnekleyelim isterseniz: Ünlü matematik profesörü Sophie Germain.
Sophie Germain, matematiğe ilgi duymuş biri olarak, alanında ün yapmış bir üniversiteye girmek için baş vurur.  Çevresi çok geniş olmasına karşın, sadece erkeklerin okuduğu bu üniversiteye alınmamıştır.
Sophie German’ın matematik tutkusu ağır basar. Erkek kılığına girerek, başka birinin adıyla kayıt yaptırır üniversiteye. Burada dehasıyla dikkat çekmiş; daha sonra kadın olduğu anlaşılınca da pek ses çıkartmamışlar. Ömrünü matematik bilimine adamış olan bu kadın, öldüğünde de erkeklerin kabusu olmuş. Öyle ki, mezar taşına “işsiz” sözcüğünü kazımışlar.
Kadın her koşulda ve her ortamda, fiziksel görüntüsünün aksine erkekten daha güçlüdür. O nazenin görüntüsünün altından -yeri geldiğinde- bin kaplan gücü çıkar ortaya. Toplumun ve erkek egemen sınıfın ona dayattıklarından, yani onu görmek istedikleri yerde tutunmaktan vazgeçecek kadar cesurdur. Hırslıdır. Kadın kimliğini ön plana koymadan (istisnalar kaideyi bozmaz), başarı kapılarını tek tek açar. Ama karşısında acı bir gerçek var: Erkek egemen erk onu yok sayıyor. Bu durumda toplumsal ve sınıfsal baskıya boyun eğmek zorunda kalıyor.
Meclisteki kadın sayısına baktığımızda azınlığın da azınlığı konumundalar. Konu mankeni gibi duruyorlar. Yaşamın aynasındaki kadınların sesi olabilme şansları var mı sizce?
Yani bu coğrafyada kadın olmanın hiçbir ayrıcalığı yoktur. Dayatılanı yaşamak zorunda bırakılıyor kadın.
Üçüncü sayfa haberlerine baktığınızda, kadına yönelik şiddetin en üst noktaya geldiğini görürsünüz. En önemlisi de töre ve namus cinayetleri…
21. yüzyılda, teknoloji çağında hala bunlar yaşanıyorsa, ilkel çağlarda yaşayanlardan daha gerideyiz demektir. En azından ilkel kabilelerde aile kavramı daha güçlüydü. Kadının sözü erkeğin sözüne eşitti.

Yaşamın aynasındaki kadınların, yürek aynalarında yeşerttikleri umutlarının, gün ışığında boy vermesi umuduyla…




BODRUM HABER 48' deki köşe yazımdan...

12 Ağustos 2014 Salı

ELEKTRONİK YALNIZLIKLAR


ELEKTRONİK YALNIZLIKLAR
                                                             Aysel Yenidoğanay
 “Bir insanı sevmekle başlar her şey” diyor Sait Faik. Ve aslında sözün devamı da var:  “Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”
Sait Faik’in vurgulamak istediği, 1954 Türkiye’sinde, kalabalıklar içinde yaşanan yalnızlıklar. O zaman da “mış” gibi yaşıyormuş insanlar. Günümüzde “mış” gibi yaşayan insanlar daha da çoğaldı. Çünkü elektronik yalnızlıklar yaşıyoruz şu an. Dijital (sanal) dünya ile ayaklarımızın altında dönen dünya arasında gidip gidip geliyoruz.
Örnek: Üç arkadaş uzunca bir aradan sonra bir araya gelmiş. Okullar bitmiş, işe girilmiş, evlenilmiş, çoluk çocuğa karışılmış… Birbirlerine anlatacak ne çok şeyleri var değil mi? İlk buluşmanın heyecanı on dakikada bitiyor. Son model telefonlar çıkıyor ortaya ve sanki sevgilinin teninde dolaşıyormuşçasına ekran üzerinde geziniyor parmaklar. O üç kişi, üç ayrı dünyada kendi yalnızlıklarını inşa ederek kalabalıklar içinde kayboluyorlar…
Oysa yaşam yanı başımızdan akıp gidiyor. “Şu an” diye bir şey yokken, geleceği yakalamaya çalışıyoruz, an’ın tadını çıkaramadan.
Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki her zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanmıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu.”  (Sait Faik Abasıyanık/Sarnıç öyküsünden)  
"İnsan sevmeye başladı mı yaşamaya da başlar." Der  William Shakespeare .
               İşe, kendimizi sevmekle başlamalıyız. Kendimizi o kadar çok sevmeliyiz ki; acılarımızla dost olup, martı çığlığını bastırmalı sevinç çığlıklarımız. 
               Ve bugün bir iyilik yapın kendinize; elektronik yalnızlığınızdan sıyrılıp sokaklara çıkın. Parklara, bahçelere, deniz kıyısına uzanın. Sıcacık bir simide uzansın eliniz, sıcacık bir çay eşliğinde. Bir sokak köpeğinin başını okşayın, ekmek atın martılara ve hiç tanımadığınız insanlara “günaydın!” deyin. Onların gülen gözlerini taşıyın yüreğinizde. 
               Sevgi, bir gülücüğü paylaşmaktır, kalabalıklar içinde.




5 Ağustos 2014 Salı

BODRUM'U GECE TANIMAK

     BODRUM'U GECE TANIMAK
                                                               Aysel Yenidoğanay
    
     Magazin yazarı olsaydım " Bodrum'u gece keşfetmek" diye atardım başlığı. Ve "alemlere akardım" herkes gibi. Halikarnas Balıkçısı'nın kentinde turist olmanın keyfini yaşardım. 
     Ne var ki bakmak ile görmek arasındaki fark yüzünden "turist kaldım" Bodrum'da. 
   " Turist kalmak" deyimini açmadan, Barlar Sokağından başlayalım alemlere akmaya. 
     Sokak cıvıl cıvıl. Gündüz kalabalığını üçe katlamış. Sindirellanın eve gitme saati çoktan geçmiş. O, neon ışıltıların albenisine kapılmış, çılgınca dans ediyor. Onun dans ettiği kapı girişinde balkabağı beklemiyor ama sahipsiz kalmış bir golden sere serpe uzanmış parkelere... Herkes fotoğrafını çekiyor. Onun umrunda değil. Karşı tarafta yemek yiyenlere bakıyor göz ucuyla. Biri çağırır mı diye dik tutmuş kulaklarını...
      Bodrum'un kalbi Barlar Sokağında atar gece. Kalbin derinliklerine doğru ilerliyoruz yavaş yavaş. Mağazalar açık. Akan insanlar vitrinlere cansız bakıyor; satıcılar kapıya dayanmış boş boş bakıyor. Gündüz her dilden yapılan "buyurun" çağrısı tatil yapmış dillerde. Gözler konuşuyor satıcıların yüzlerinde: "Ah, birkaç saatlik uyku!"
      Uyku, pusetlerde yolculuk yapan bebeklere/çocuklara konuk olmuş; onca gürültünün ve kalabalığın orta yerinde mışıl mışıl uyuyorlar.
     Gece yeni başlıyor. Devasa sebzeli döneri takıyor usta. "Bu biter mi" diye sormama gerek yok. Restoranların önü masalarla dolu. Neredeyse boş yer yok. Herkes bir şeyler yiyor. Sokak insan kaynıyor. Dönerci de nasibini alacak bu kalabalıktan...
      Dönercinin üst tarafında "sünger" satıyor bir teyze. Simitle doyuruyor karnını...
      Yerli yabancı pop müzikle çınlayan sokakta, yanık bir türkü çalınıyor kulağıma. Türkü Bar'a yaklaşmış olmalıyım derken türküyü seslendiren buluyor beni. Kaldırımda. Sazı elinde. Kendince yorumluyor o tanıdık türküyü. Türkü mü yaralıyor beni yoksa o kutuya para atıp atmama duygusu mu, bilemiyorum...
      Her bardan yansıyan farklı müziklerin ritmine ayak uydurarak dans ediyorum sokakta. Kimsenin bana aldırdığı yok. Herkes aynı tempoda ilerliyor. Birden kilitleniyoruz, bir noktada. Genç bir kadın... Sokağın ortasına çökmüş... Ve bir adam kucaklamak istiyor onu. Başarısız oluyor. Adamın "gelmişine-geçmişine" selam gönderiyor kadın. Kadının ağzını kapatmaya çalışıyor adam. İttiriyor onu kadın. "Burada yatacağım, git sen!" Herkes durup seyrediyor. Kimi fotoğraf çekiyor, kimi gülüyor. Benim gözüm küçücük bir dükkana kayıyor. Onun önünde oturan genç bir kadına. Taşların üzerine Bodrum'u resmediyor. 
        Sokak bitmek üzere. Sahil yolunda ilerleyeceğiz. Aaa; o da ne? "Sex on the beach: 10 lira" gündüz 15 lira değil miydi o? Gülüşüyoruz. Gülmemize ortak oluyor on yaşlarında bir çocuk: "Abla tartayım mı?" Senin yatağında olman gerekmiyor muydu çocuk? 
        Belediyenin karşı duvarında asılı çocuk temalı bir afiş takıldı düşüncerime. "Hiç kimse kimsesiz kalmasın" 
        İskeleye çok var daha. İki gün önce gündüz gördüğüm bir tekneyi gece gözüyle görmek istiyorum. Kim bilir ne görkemlidir şu an sularda.
        En gösterişli barın önündeyim. Henüz gece başlamamış burada. Ozan Doğulu'yu bekliyor herkes. Bodrum Kalesi ışıklar içinde. Ve alt yazı geçiyor duvarlarında...
        Ağır ağır ilerliyorum taş iskelede. Orta yaşıyla barışık bir kadın olta atmış denize. Karşısında lüks bir tekne demirli. Sevgililer sarmaş dolaş. Balıkçı teknesinde uyuya kalmış bi balıkçı (belki de bir evsiz). İskelenin "T" noktasındayım. Tek tek bakıyorum demirli teknelere. Yok, yok, yok! CARPE DIEM YOK! 
       Düş kırıklığı...
       Carpe Diem kalenin oradaki marinada demirliymiş...
        Carpe diem (anı yaşa)...
 Bu sözcüğün büyüsüne kapılarak sevgilime sarılıyorum sıkıca. Ve tekrar ediyorum: "Hiç kimse kimsesiz kalmasın."
       
      

12 Mayıs 2014 Pazartesi

ANNE SEVGİSİ

CARPE DİEM




      ANNE SEVGİSİ




Kadın, mucizelerin yaratıcısıdır. Doğurganlık, en büyük mucize. Bir tohumu bedeninde döllendirip, canından besler onu. Şikayetlenmeden. Dokuz ay boyunca  tohumun olgunlaşmasını bekler.  Günler geceleri takip ederken, tohumu fidana dönüştürür kadın. Sabırla, sevgiyle.
Kadın eştir, sevgilidir, arkadaştır. En önemlisi annedir. Dünyada karşılıksız tek sevgi, anne sevgisidir.
                   Analığın nasıl bir duygu olduğunu anne olmadan bilmek olanaksız. Bir başkasının çocuğunu sevimli olduğu için sevip okşayabilirsiniz. Ağlarken gördüğünüzde gözyaşlarını silmek için çaba sarfedebilirsiniz. Ama hastalandığında, ateşi çıktığında, damdan düştüğünde, ayağını, kolunu incittiğinde –kırdığında- onun acısını içinizde hissedemezsiniz. Onun duygularını o an paylaşamazsınız… Oysa sızım sızım sızlar ana yüreği. Kan ağlar. Çocuğunun acısını sarınır bedeni. Ve her şeye karşın fesleğenlerin coşkusuyla gülümser canının parçasına. Tek bir damla yaş akıtmaz, acıyla kıvranan o dünyalar güzeli yüzün önünde…

Ben bir anayım. Ne roman kahramanıyım ne de film. Kızan, öfkelenen, ağlayan, gülen bir ana… Kanaviçe sabrıyla işlerim sevgiyi. Umudum diri, direncim oyadır. Kızımın, oğlumun gözlerinden bakarım dünyaya. Onlar geleceğim, onlar emeğim; onlar bebeklerimdir hiç büyümeyen. Kirpiklerinden süzülen bir damla yaş kavurur içimi. Toz konduramam gül tomurcuğu tenlerine.

          “Kıyımlar acılar kanlar içinde/savrulurken yaşadığımız günler/bu soruyu mutlaka soracaksın/ne kaldı ne kaldı bizden geriye?”* diye sorduğunda kendine, dünyadaki en büyük ve en güzel sanat, çocuk yetiştirme sanatıdır, diyeceksin. Gururla. Göğsünü gere gere.
       Kadın mucizelerin yaratıcısıdır, bu doğru. Ama bir kadın için en büyük mucize çocuklarının sevgiyle gülen gözleridir. Ve çocukları için en büyük duası, kirden arınmış bir dünyada, insan olmanın onurunu taşıyabilmeleri.
            Göğsünde cennet taşıyan anneler, an’lık mutluluklarınızın  yürek  odalarında saklı kalmaması umuduyla  anneler gününüz kutlu olsun….
                                                                   Aysel Yenidoğanay
 (BODRUM HABER 48'de ki köşe yazımdan.)
          

*Dizeler Onat Kutlar                   

BAHAR KOKUSU


CARPE DİEM

BAHAR KOKUSU
   






            Merhaba…
            Bu ilk buluşma. Tanışacağız.
            Ne yazılır ilk buluşmada?
            Siyaset, ekonomi, moda…
            İlk ikisi Türkiye ve dünya gündemini hayli meşgul ediyor. Moda, kişinin kendi yarattığı tarzdır, deyip nokta koyabiliriz.
Oturmuş, ne yazacağımı kara kara düşünürken, yağmurun cama vuruşunu izliyorum. Yağmur sicimleri gökalkışlar eşliğinde, küçük küçük damlalara bölünerek düşüyorlar. Ve bir serçe ürkekliğinde cama tutunmaya çalışıyorlar. Çabaları boşa gidince, şenşakrak çocuklar gibi el ele tutuşup pervaza doğru kayıyorlar…
Yağmur başladığı gibi ansızın duruverdi.  
Fırtınalı geçen bir kışın ardından, kısacık konukluğuyla değdiği her yeri kirden arındırdı yağmur.  Evlerin çatıları, uydular, su depoları, elektrik telleri, ağaçlar, dağlar, tepeler pırıl pırıldı…
Pencereyi açtım. Taze toprak kokusuyla birlikte baharın habercisi çiçeklerin kokusu doldurdu odayı. Mandalina ağaçları, yapraklarda biriken suları sıçratıyorlardı nazlı nazlı.  Çamın tepesinde tüneyen iki kumru dudak dudağaydı. Martılar çığlık çığlığa pike yapıyorlar denize doğru, dalgalara inat.  Ak bir aydınlığın kolları uzanıyordu gün ortasına. Bir anlık mutlulukla çıldıran doğanın bir parçasıydım artık…
An’lık  mutlulukların tadını çıkarma zamanı.
Yalınayak bastım toprağa, gökkuşağının altında. Böyle harika bir duyguyu yaşattığı için doğaya teşekkür ettim. Sağlıklı nefes aldığım için Tanrı’ya teşekkür ettim. Ve Bodrum yarımadasında yaşama şansı verdiği için hayata teşekkür ettim. Ve burada bu yazıyı sizlerle paylaşıyor olmama aracı olduğu için BODRUM HABER48’e teşekkür ettim.
An’lık mutlulukların tadını çıkarma zamanı…
“Şimdi” diye bir kavram yok. Zaman su olup akıyor avuçlarımızdan. Ve biz ona “DUR! Diyemiyoruz. Yorgun telaşlarda geçen günlerimizde, kendimize “dur” demeliyiz. Hayatın güzelliklerini kaçırmamak adına bir “mola” ile ödüllendirmeliyiz kendimizi. Başka baharlara kalmasın sevinçlerimiz.
İçimdeki türkü haykırıyor:”Dağlarına bahar gelmiş memleketimin/haberin var mı?”
İlk merhaba…
Havadan, sudan…
Biliyorum ki havasız ve susuz bir de sevgisiz yaşanmaz.

Yüreğinizdeki baharın hiç eksilmemesi umuduyla yeniden merhaba…
(BODRUM HABER 48'de yazdığım ilk yazı)
                                         Aysel Yenidoğanay

9 Mayıs 2014 Cuma

BAHARDA ÖLMEMELİ ANNELER

         






  BAHARDA ÖLMEMELİ ANNELER

            Kaç gün geceyi kovaladı durmaksızın. Kaç gece gündüze erişme telaşına düştü kim bilir? Hesap-kitap bilmez duygularım, kaç bahar oldu ayrı düşeli can gülünden?
            Bir sor bana – beni böylesine kendinden soğutan bahar- bir sor; kaç dakikanın saniyeleri eşit oldu aylara? Parmak hesabı az tutar belki, gözkapaklarımın her açılış-kapanışının hesabını tutmak gerekirdi.
Ey bahar! Bilir misin ne acıdır seni onsuz yaşamak? Günlerin duru aydınlığı yapay sis bulutları arasında yitiyor. Ak umutlarım dumanaltı sarısına dönüşmüş. Bahçemde dört mevsim çiçek açan limon ağacını görmezdim hiç. İç bayıltıcı limon çiçeği kokuları dipsiz kuyuları, karanlık dehlizleri, ucunda ışığı olmayan tünelleri anımsatıyorlar bana.  Ve… ve son yolculuğa uğurlanırken, 4,5 metre bezin üzerine dökülen ucuz limon kolonyasını… Havadan nem kapar ya kişi; ben de limon yeşilinden, limon sarısından ve limoni sıvıdan nem kapmaya başladım.
            Yeşil gelinliğini giyinmiş dut ağacı. Bu yıl daha bir irice olacağa benzer meyveler. Baharın müzikli albenisine kapılmış kuşlar, dans ediyorlar dallarında. Acıma ortak olurcasına, hüznün senfonisini eklemişler coşkulu türkülerine. Yavru bir çalıkuşu yolunu şaşırmış olmalı. Anasını aranıyor gözleri. Anası gelir az sonra. Hele bir farkına varmışsa kaybolduğunun, dağ-bayır iz sürerek bulur yavrusunu…
            Gene bahara kanmış zeytin ağacı. Dalpınarlarından çiçek ağlıyor. Ana arılar üşüşmüş gözeneklere. Özü yuvaya taşıyacaklar.
            Alabildiğine alçak gönüllü zeytin ağacı, verdikçe veresi geliyor ana arılara. Bu yılki ürün komşulara da yetecek gibi. Bir tek yenidünya ağacında bir durgunluk, bir küskünlük var. Çocuklar yolmuş yapraklarını. İncitmişler. Çit aralığından uzanmış elleri. Henüz olgunlaşmamış meyveleri tek tek ayırmışlar dallarından acımasızca. Direnmiş dallar, direnmiş yapraklar, direnmiş gövde. Anaç tavuklar gibi kol kanat germişler meyvelerin üzerine. Yapraklar ANA… Dallar ANA… Toprak ANA…
            Herkesin bir anası var. Olmalı da. Nasıl ki baharın Bereket Tanrısı yağmurlarını toprağa sızdırıp onun döllenmesine yardımcı oluyorsa, Toprak Ana’da koynuna aldığını yaşatmalı, canlı tutmalı. İzin vermemeli ölmesine… Ben ki bir ANA verdim ona. Anaların hası. Hem de baharın en güzel ayında. Benimle birlikte gökler ağladı o gün. Sessiz çığlıklara gebe kalmıştı duygularım. HAYIR! Olamaz öyle bir şey! Baharda ölmez hiç analar. Renk cümbüşü perdeleri zorlayıp, ince aralıklardan dolarken odaya ölmemeli analar. Bahar utanmalı canlılığından. Karalar bağlamalı matemime…
Begonyalar, şebboylar, fesleğen ve ortancalar ve dahi mor menekşeler; sizler, sizler de ne çabuk unuttunuz üzerinizde sevgiyle gezinen parmakları. Hiç mi özlemiyorsunuz “günaydın” diyen sıcak sesi. Anımsamanıza yardımcı olayım; hani, gülüşünü dudak ucunda unutmuş gibi duran bir kadın vardı ve hep yarınlara ertelerdi ağlamayı… İşte o benim annemdi. Ya siz sevgili güller, sizler de mi unuttunuz yüreği okyanus kadını? Bir daha açacağnızı sanmıyordum oysa.
            Yaşam durmuş olmalıydı bir yerlerde. Ve ben o duran zamanın içinde bilinmezliklere doğru kayıyor olmalıydım. Oysa hep buradaydım. Dün de buradaydım, önceki gün ve daha önceki gün. Bugün de buradayım. Ama yarın? Yarın burada olacağımı, olabileceğimi hiç kimse garanti edemez. Ve hiç kimsenin YARIN garantisi yoktur. Çünkü Toprak Ana canlı tutmuyor ölülerini. Orman yangınları düşüyor yüreğe. Sınırsız boyutlara ulaşıyor özlem. Özlemek ölmekse eğer, ben seni çok özledim ANNE. Bil ki sensiz hiçbir şeyin tadı yok. Buna rağmen bahar devam ediyor…

           Aysel Yenidoğanay 

17 Nisan 2014 Perşembe

GÜLÜMSE


GÜLÜMSE




Hiç kendinizi kapana kısılmış gibi hissettiniz mi? Kaçış yok! yavaş yavaş can veriyorsunuz. Sevdiklerinizin gözünün içine baka baka...Hasta değilsiniz. Sağlıklısınız. Saatlerce yol yüryebiliyorsunuz. Elinizden her iş geliyor ama size iş veren yok. Duvarların içine hapsediyorsunuz kendinizi. Yok olmak istiyorsunuz.
Yaşamınıza yeniden yön vermeye çalışıyorsunuz. Geçmişe ait bütün sayfaları kapatıyorsunuz. Acıtan, kanatan ne varsa unutmaya hazırsınız. Olmuyor. Yeni yaralar açılıyor. Yarına olan inancınızı yitirmek üzeresiniz.  Dünya güzeli iki kız çocuğu. Onların gözlerine bakamıyorsunuz. Hayat karşısında çaresiz olmamaya çalıştıkça, eziliyorsunuz.  Anne olmak, yazar olmanın önüne geçiyor. intiharlar geçiyor aklınızdan. NOT:  Ölümümden hiç kimse sorumlu değildir. Birden bir şarkı titretiyor dumura uğramış duyu tellerinizi:
 Smile though your heart is aching 
Smile even though it's breaking 
When there are clouds in the sky you'll get by 
If you smile through your fear and sorrow 
Smile and maybe tomorrow 
You'll see the sun come shining through 
For you 

Light up your face with gladness 
Hide every trace of sadness 
Although a tear maybe ever so near 
That's the time you must keep on trying 
Smile- what's the use of crying 
You'll find that life is still worth while 
If you just smile 
Oh that's the time you must keep on trying 

Smile what's the use of crying 
You'll find that life is still worth while 
If you just
smile (Natalie Cole “smile”)
 “kalbin ağırıyorsa bile gülümse…   Kırılıyorsa bile gülümse /gökyüzünde bulutlar olduğunda hepsini atlatacaksın/eğer korkunun ve üzüntünün arasından gülümsersen/gülümse ve belki yarın güneşin senin için parladığını göreceksin/yzünü şükrederek aydınlat/üzüntünün her bir izini sakla/gözyaşın her ne kadar yakın olsa da/ o an, çabalamak zorunda olduğun andır/gülümse/ağlamanın ne faydası var/hayatın hala yaşamaya değer olduğunu göreceksin/eğer Sadece gülümsersen…
            Uyanıyorsınuz. Düştü gördüğünüz beklide. Yazdığınız not tüm çıplaklığıyla avucunuzda. Siz aşağıda odada yapayalnız… Dünyalar güzeli iki kızınız yukarıda her şeyden habersiz televizyon başında…Güneş son nefesini veriyor yanan denizin üzerinde…kuşların yuvaya dönüş saati…kendinizi tokatlıyorsunuz…canınız yanıyor. Martı çığlıklarına karışıyor çığlıklarınız...

Aysel Yenidoğanay


15 Nisan 2014 Salı

MYNDOS KRALİÇESİ

                   MYNDOS KRALİÇESİ

Tuhaf bir duyguyla uyandım bu sabah. Omuzlarımdaki bütün yüklerden arınmış, havalanmaya hazır haldeyim. Yüreğim, hadi kalk, diyor.  Kalk, geç kalıyoruz. Deniz bizi bekliyor. Köpük köpük dalgaların kıyıya vuruşunu, çakıl taşlarının arasından süzülüşünü izlemek gerek. Geç kalıyoruz, hadi…
Dağ başından kıyıya uzanan patika yolu kanatlanarak indim. Sonsuzluğun ortasındayım… Gökyüzüyle kucaklaşan deniz, martılar ve ben baş başayız. Tavşan Adası göz erimimde. Kral yolu sularla kaplı.  Geçit vermiyor bu gün. Dalgalar kıyıyı dövdükçe geçmişim ve bugünüm kavgaya tutuşuyor. Geçmiş köpürdükçe geleceğim aydınlanıyor.
Bu gün… Bu gün… Bu gün…
Gün güzelliklere gebe. Geçmişte beni acıtan, kanatan ne varsa  denize anlatmalıyım. Ak köpüklere karışmalıyım bu gün…
Denize kıyısı olan bir kent özlemiyle yanıp tutuşuyordum. Ondandır turunç kokulu kentten ayrılışım. Çocukluğumun, ilk gençliğimin geçtiği; hanımeli kokan sokağımızı terk edişim ondandır. Ve daha iyi yaşam koşulları…
Myndos (mindos) Kraliçesi olduğum kesin. Buna yürekten inanıyorum. Bu topraklarda doğmuşum. Halkımla iç içe yaşamışım. Sikke benim dönemimde bulunmuş. Bulmakla iyi mi ettik  kötü mü bilmiyorum ama alışveriş kolaylaşmış böylece. Mindos küçük bir kent aslında ve herkes zengin herkes mutlu. Krallığımın dünyaya yetecek hazinesi var. Kimse kimsenin malına göz dikmiyor…
Bugün Kızıl Ay Tutulması gerçekleşti. Mars’ın Başak (virgo) takımyıldızında Spica   yıldızının yanında belirmesiyle benim yaşantım yeni bir dönüm noktasına girecek. Kızıl Ay müjdeledi bugün. MS. depremler nedeniyle sular altında kalan krallığımın hazineleri benim olacak. Halkımla paylaşacağım onu. Mutlu, güneşli günler göreceğiz.
Ve ben krallığımın orta yerinde bekliyorum.                
15.04.2014

 AYSEL YENİDOĞANAY


18 Şubat 2014 Salı

UĞURSUZLUK

UĞURSUZLUK                 

            Horozlar hep zamansız ötüyor.
Zamansız öten horozun başını keserlerdi eskiden.
Uğursuzluğu zamansızlıkta arayıp, kuş beyinli bir horozun üzerine yıkmak ne kadar kolay.
Aslında uğuru da uğursuzluğu da biz var ediyoruz. Kendimize ayna tutmak yerine aynaları kırmayı tercih ediyoruz.  Oysa bir ayna kırmak tam yedi yıl uğursuzluğa işarettir; öyle demiş atalar.
Bir de 13’ün uğursuzluğuna inanmak var. Hele bir de 13 cumaya denk düşerse  öldüm Allah iflah olmaz kişi.
13 sayısını atlayarak 14 gelir mi? 13’ün yerine ne koyacağız... 12, 12, 14 mü diyeceğiz?
Biz 13 demesek de o illa ki yerinde duracak.
Hep bir günah keçisi aramak zorundayız öyle mi? Keçinin suçu olsa da olmasa da fark etmez. Biz günahlarımızdan arınacağız.
Günlerin, sayıların ve bilcümle hayvanların uğursuzluğuna inanmak yerine kendimizi, yani düşüncemizi değiştirmeye kalkışmak daha doğru olmaz mı? Düşünce şekli değişirse , yaşam biçimi de değişir. Yaşamın kaliteli olabilmesi için içimizdeki uğursuzluğu söküp atmalıyız…



Aysel Yenidoğanay

16 Şubat 2014 Pazar

ÜTOPYA


                                 ÜTOPYA
                  

                                                                  “Peşlerinden gidecek cesaretiniz varsa
                                                                    bütün rüyalar gerçek olabilir.” –Walt Disney-


   “Bir kahkahanın tarifi yapılamaz/sarı bir gül nasıl açar yanaklarda/ve nasıl yanar dudaklarda”, işte öyle yanar şair ve yazarlar. Gün be gün kanasa da yürekleri en güzel kahkahayı onlar atar. Yazmak kimi gün işkenceye dönüşse de  “Acıyı bal eyleyip” gökalkışlar eşliğinde yağarlar ak sayfalar üzerine. Umut denilen o güzel çocuğu inanç ile besleyip, direnç ile büyütürler. Böylece düş yolculuğu başlamış olur...
Edebiyat kurgu ile gerçeğin iç içe geçtiği bir dünya. Olduğu gibi değil, olmasını istediğimiz gibi algılarız satır aralarından yansıyanları. Bu, okuyan için öyle de yazan için durum ne?
Yazan, yazar ya da şair olmak için çıkmamıştır yola. Dile getiremediği acılarını, sevinçlerini, umutlarını, öfkesini, tepkisini yazarak anlatmaya çalışır. Sırdır yazdıkları, paylaşmaz kimselerle. Kendiyle kavgalı, düzenle uyumsuzdur. Patlama noktasında sesini duyurmanın bir yolunu arar. Alanlarda bağırmaya başlar: “Susma! Sustukça sıra sana gelecek!” Sesi başka söyler içi başka. Yıllarca susmuş oysa. Alanlarda haykırmak kendini saklamaktır; gizlemektir kendini gerçeklerden. Yaşanmamış yılların intikamını almaktır. Sisteme boyun eğişin çığlığıdır özgürlük istemi. Çocuğuna veremediği sevgiyi sebilce harcamaktır. Ve sevgiliyle doya doya sevişememenin küfrü dalgalanır flamalarda. İsyan bayrağını açma zamanıdır: Varolma savaşını yazarak sürdürmek!
Yazar, gücün kendinde olduğunu bilir. Dünyayı değiştirebileceğine inanır. Edebiyat tarihi bu örneklerle dolu. Bedel ödemeye hazırdır artık.
Bedel ödemeye hazır olmak yetmiyordu. Yıllardır biriktirdiklerinin geniş kitlelere ulaşması gerekir. Yerel gazetelerle başlar işe, Anadolu dergileriyle sürdürür. Sınırlar dar gelmeye başlamıştır; ulusal basına göz diker. Yüzüne bile bakmazlar. Kitap çıkartmak ister; ünlü biri olmadığından dosyası okunmadan geri gönderilir yayınevinden. Ekonomik koşullarını zorlayarak ilk kitabının basılmasını sağlar. Dünyada ondan daha mutlusu yoktur. Kitabı milyonlar tarafından okunacak! Oysa baskı adeti bindir ve kitap okuyucusu binde birdir. Bıkmadan, usanmadan ikinci, hatta üçüncü kitabını da aynı yöntemle çıkartır. Günler kum taneleri gibi eklenirken birbirine, kucağında can veren ölü kuşlara dönüşür kitapları... Açlık kapıya dayanmıştır. Knut Hamsun’ın yaşamı belirir gözlerinde. Bir lokma ekmek için verdiği savaşı düşünür. Çerçilik, Ayakkabıcılık, yol işçiliği, katiplik, konferanslar... Henüz bir hiçti Knut Hamsun ve onu tanıyan, merak eden kimse yoktu. Önce karnının doyması gerekiyordu. “Açlık” romanı da Knut Hamsun’ın yaşamını yansıtmıyor muydu? O halde? 
Kalem işçiliği toplumcu sınıf bilincini benimsemiş kişiye ne para kazandırıyordu ne de okuyucu. Yazar bunu kavradığında, düşünü kurduğu aydınlık ülkenin ütopya olduğunu biliyordur artık. Bu bağlamda ya boyun eğecektir kapitalist sisteme ya da sorgulamaya devam edecek: “Kıyımlar acılar kanlar içinde/savrulurken yaşadığımız günler/bu soruyu mutlaka soracaksın/ne kaldı ne kaldı bizden geriye?”*

*Onat Kutlar’ın  “Bir Soru” şiirinden.
                                                      Aysel Yenidoğanay