6 Aralık 2021 Pazartesi

GÜNÜMÜZ ÖYKÜSÜ VE AYSEL YENİDOĞANAY GÖKÇELİK





GÜNÜMÜZ ÖYKÜSÜ VE AYSEL YENİDOĞANAY GÖKÇELİK

.

                                                                                                          İLKAY TUNA

 

Günümüzde öyküden söz etmek için biraz da geçmişe bakmak gerekir. Edebiyat tarihimizde yer almış bütün öykücüler yaşadıkları çağı, toplumu ve dönemi, insanı yansıtmakla beraber öykünün evrimine de katkıda bulunmuşlardır. “Gerçekçi” Orhan Kemal, edebiyatın sokağa açılan penceresi olarak tanımlanırken, 1950’ler ülkemizde Varoluşçu-Gerçeküstü anlayışa yaslı öykülerin edebiyat dünyamıza hâkim olduğu bir zaman dilimidir. Öte yandan o dönemde diğer bir önemli akım da sosyal gerçekçiliktir. Haldun Taner ise, hem “entelektüel hikâye tarzı” nı hem de sosyal gerçekçileri tasvip etmez. Çünkü o kendi deyimiyle “herkesin anlayabileceği halkçı bir üslup” peşindedir. Çoğunlukla düz, sade bir anlatımı yeğler.

 

Bu dönemde Batı’da ise Varoluşçuluk, Gerçeküstücülük ve Hiççilik akımları hüküm sürmektedir. Ülkemizde hala sosyal gerçeklik ve köy edebiyatı anlayışı sürerken, Demir Özlü,  Erdal Öz, Ferid Edgü, Orhan Duru, Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar, Bilge Karasu gibi isimler Batı’daki yönelimleri benimsemişlerdir. Bu kuşak biraz da Sait Faik’le başlayan bireyin yüceltilmesi tavrını ileriye taşımak, dünya ölçeğinde bir edebiyat yapmak amacındadır. Kimi yorumcular ise bu tutumu “İlk Modernist çıkış” olarak niteler. Bu yönelimin en önemli ismi ise Leyla Erbil’dir.

 

Sevim Burak ise Türk öykücülüğünün en aykırı ve farklı seslerinden biridir. O öykülerinde tümüyle dilin “görüntü” gücüne yaslanmaya çalışır. Biraz da dilin maddesini, cisimsel varlığını önemser. Bu elbette sözün anlamını yitirdiğine ilişkin bir göndermedir. Dönemin bir diğer önemli ismi ise Adalet Ağaoğlu’dur. Adalet Ağaoğlu’nun öyküleri oldukça yoğun bir anlatım çeşitliliğine sahiptir. Bilinç akışı, iç monolog, sembolik anlatım/soyutlama, anlatım çeşitlerinden bazılarıdır. Adalet Ağaoğlu ile birlikte artık öyküde Postmodernizm yavaş yavaş kendini göstermeye başlamaktadır.

 

Tomris Uyar’ın öykü yayınlamaya başladığı 1970’ler öykücülüğümüzün altın yıllarına denk düşer. Daha sonra edebiyat sahnesinde yerini alan Füruzan ise eleştirmenlerce övgü kazanmış, öyküye hareket getirdiği yorumları yapılmış, genelin aksine ilk kitabı “Parasız Yatılı” inanılmaz yoğun bir ilgi görmüştür.

 

Hulki Aktunç’u, öykücülüğümüzün dil bilinci yüksek, yenilikçi, öncü çizgisi olan Vüs’at O. Bener, Tomris Uyar çizgisi ile ilişkilendirmek daha gerçekçidir. Dönemin en çarpıcı isimlerinden Ayfer Tunç ise kendi öykü evrenini kurarak, 1990 sonrası Türk öykücülüğünün öne çıkan isimlerinden biri olmayı başarmıştır. Devamında Bekir Yıldız, İnci Aral, Erendiz Atasü, Murathan Mungan, Nazlı Eray ve daha birçok isim öyküleriyle edebiyat tarihimizde yerini alacaktır. Elbette hepsi bu kadar değil… Bu isimlerin dışında sayamayacağımız kadar çok son derece değerli yazarlarımız var. Hepsi bugünün öykücülerine ışık tutmuş, kalemleriyle çağını aydınlatmışlardır. Dikkat çekici bir başka unsur da son yirmi yılda kadın öykü yazarlarımızın sayısındaki artıştır. Bu, kadının gerek çalışma, gerekse sosyal yaşama daha çok katılır olmasının, kadının her alanda olduğu gibi yazın alanında da artık daha cesur davrandığının bir göstergesidir.

 

Öykü edebi tür olarak kabul edilmesinden bu yana yaşam ve toplumla birlikte şekil değiştirip, gelişmiştir. Yazarın içinde yaşadığı toplumdaki olaylar, değişimler öyküye de yansımaktadır. Öykü, Aysel Y. Gökçelik’ in de söylediği gibi “Yaşamın aynasıdır.” Bu bağlamda 1980 sonrasının apolitik yaşam biçimi öyküye de yansımış, bireyselcilik ön plana çıkmaya başlamıştır. Postmodernizmin her ne kadar apolitik olduğu düşüncesi yaygın olsa da, tam olarak öyle olmadığı 90’lı yıllarda Suzan Samancı, Müge İplikçi ve Cihan Aktaş’ın öykülerinde görülebilir. Geçmişin toplumcu öyküsü aslında kendini kopyalarken, 90’lı yıllar farklılık ve çeşitliliğiyle kendini göstermektedir. Çünkü çağ değişmektedir. Teknolojik hız baş döndürücü bir hal almaktadır. Bilgiye ulaşmak teknolojik olanaklarla daha da kolaylaşmış, artık “Küreselleşme” den söz edilmeye başlanmıştır. İletişimdeki gelişme daha çok okuyan olmasa da daha çok bilen insanlar türetmeye başlamıştır. Köyde bile internete ulaşılabilirlik söz konusu iken artık okuyucunun hala köy edebiyatı ile ilgilenmesi elbette beklenilmemelidir. Murathan Mungan bir söyleşisinde “…Artık Ömer Seyfettin, Sait Faik Çehov ya da Hemingway gibi değil, başka türlü de öyküler yazılabilir. Zamanımızda öykü nasıl zenginleştirilebilir? Olay anlatma dışında artık günümüz yazarı ve okuru da, pek çok farklı koldan akan bilgilerle yüklü, donanmış durumda. Bu olanaktan yeni bir öykü dili doğabilir mi? Benim amaçlarımdan bir tanesi, öyküleme dilini zenginleştirebilmek. Sosyal bilimlerin ve siyasi malzemenin bize öğrettiklerini kullanarak zenginleştirebilmek…” derken kendi “Hamlet ve Hitler”  öyküsünü örnek vererek “Diyelim ki kanepede uzanarak değil de, masada oturarak okunacak bir öykü.” cümlesiyle aslında günümüz öyküsünün nasıl olması gerektiğini çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir.

 

“Kanepede uzanarak değil, masada oturarak okunacak öykü…” Bu bence de çok önemli vurgudur. Bir anlamda, öykünün içinde bulunduğumuz bilgi çağına uyum sağlaması, yazarın buna göre donanımını arttırması gerekliliği, çok şey bilen okurun bilgi birikiminin gerisinde kalmamaktan söz etmektedir.

 

Öykü, 2000’li yıllarda Postmodern yaklaşımlarla birlikte yürüyen bireyci bir anlayışla anılmaya da başlanmıştır. Günümüz dünyasında insan kentsel yaşamla birlikte kalabalıklar içinde yalnızlık yaşamaktadır. 21 Yüzyıl aslında yalnızlıklar yüzyılıdır. Çağın getirdiği her türlü erozyondan kendini koruma kaygısında olan yazar aslında acıklı bir savaş vermektedir. Ondan az zamanda, kısa alanda, çok anlam içerebilmesi, üstelik bunu çarpıcı bir biçimde yapması beklenmektedir. Çünkü okuyucunun kent yaşamında zamanla yarışı vardır. Yazar diğer yandan toplumsal görevini de yapmalıdır. İyiyi, güzeli, doğruyu göstermeli, kültürel erozyona sürüklenmeden dilini korumalı hatta geliştirmelidir. Günümüz öykücüsü aslında gerçekten zor durumda ve kaygılıdır.

 

Diğer yandan günümüz öyküsü hızlı tüketen bir toplumda, dayatılan başka kültürlerin kıskacında büyüyen, bilgisayar ve sınav yarışlarında hayata başlamadan yorulmuş, gelecekle ilgili kaygıları olan umutsuz genç kuşağa da kendini gösterme savaşı vermektedir. Kentsel ve yoğun tempolu yaşam biçiminin sıklığı, zamansızlık sorunu ile ekonomik krizler, alım gücündeki azalma ile okuyucuyu etkilemiştir. Teknoloji yine devreye girmiş ve e-kitabı yaratmış hatta Ayfer Tunç “Bir Maniniz Yoksa Annem Size Gelecek” kitabını önce e-kitap olarak internette yayımlamış, daha sonra baskı sürümünü piyasaya çıkarmıştır. Birçok yazar internet yayımcılığını savunurken, Hasan Ali Toptaş sayfanın ağırlığını parmağında hissetmeyi seven, kitabın altını çizmenin e-kitapta yapılamıyor olmasının bile basılı kitap tercihinde bir neden olarak benimser. Pınar Kür de sanal yayımcılığa soğuk bakanlardandır. Onca emek verilen bir şeye bir çırpıda ulaşmanın haksızlık olduğunu düşünür. Bana göre de güzel olan sayfaları çevirebilmek ve kitabın kokusudur. Kâğıda dokunmanın verdiği huzur hissi ve benim kitapla aramdaki duygusal bağ ve tutkudur.

 

Bütün bunların yanı sıra, tüketim hızı öyle bir noktaya gelmiştir ki, ne yazık ki yazar olabilmek artık reklam olduğu zaman söz konusu olur haldedir. Geniş kitlelere ulaşmak iletişim ve pazarlama tekniklerini kullanmakla mümkün olmaktadır. Yayınevinin maliyet giderlerine katkınızın büyüklüğü oranında ve-veya bir kentin bütün ilan panolarını kiralamışsanız, sizi ve ürününüzü tanıtacak bir menajeriniz varsa, televizyon kanallarının her gün birinde yer alırsanız, büyük gazetelere kocaman ilanlar verebiliyorsanız artık bir yazarsınız demektir. Neredeyse yazdıklarınız değil, tanıtımınızdaki renklilik ve çeşitlilik hatta aykırılık sizi yazar yapmaktadır. Popüler olmak gerekmekte bu da yazarla, Sibel Can, Dansöz Asena, Ankaralı Turgut vs. arasındaki farkı neredeyse ortadan kaldırmaktadır. Önce popüler olduğunuz kadar sizinle ilgilenilecek belki çok daha sonra ne yazdığınıza, nasıl yazdığınıza bakılacaktır. Bütün bunları sağlayamıyorsanız veya karşıysanız kimse sizi tanımak istemeyecek, bir kenarda kalmaya mahkûm olacaksınız demektir.

 

Ödül içeren yarışmalarsa artık inandırıcılığını yitirmiştir. İnci Aral, “Unutmak” isimli biyografik kitabında yarışmalardaki ahbap çavuş ilişkilerini, ciddiyetsizlikleri ve torpil kavramını sert bir şekilde gözler önüne sermekte, yayıncısının kendisinin haberi olmaksızın gönderdiği bir kitabının dışında, hiçbir ödüllü yarışmaya kitaplarını sokmadığından söz etmektedir. Öykücü derin bir umutsuzluk ve kaygı içinde eser üretmektedir. Belki de bu kaygılardan dolayı günümüzde çoğalan dergilerle “Dergi Öykücülüğü”nden söz edilmeye başlanmıştır. “Dergi Öykücülüğü mü, Öykü Dergiciliği mi?” sorusu ise ayrıca araştırılması, incelenmesi gereken bir konudur. Bir yandan özveriyle, üretimi destekleyen, yeni yazarlarla ve öykülerle karşılaştırıcı fayda sağlayan öykü dergileri diğer yandan da neredeyse sadece yazan kişilerle kısıtlı kalmıştır. Ulaşılan kitle zaten öykünün içinde olanların, diğer içindekilerle buluşma noktası olmaktan öteye gidememekte, okuyucu bütün çabalara karşın çemberin dışında kalmakta ve yine tanıtım ve pazarlama sorunu karşımıza dikilmektedir.  

 

Bütün bu olumsuzluklar içinde yine de öyküler yazılmaktadır. Doğuştan gelen o yaratıcı dürtüye sahip olanlar yine de yazmaktadır. Toplumun içinde olan biteni, yüreğinin içindekileri sessizce dışa vurmaktadır. Tıpkı Aysel Y. Gökçelik gibi…

 

Gökçelik yaşadığı kentin her alanındadır bir dönem… Aktivist ve muhalif yapısı O’nu, an gelir meydanlarda, yollarda, an gelir açlık grevi yapanların, güçsüzün, ezilenin yanında yer aldırır. Uzun bir gazetecilik dönemi de vardır Gökçelik’ in. Yazdıklarını ilk olarak gazetelerde paylaşır. Sanat sayfası yönetmenidir. Damar Dergisi’nin Adana temsilciliğini üstlenir. Gazete sayfaları yetmez olduğunda, TINI Edebiyat Dergisi’ni çıkarır, yetmez yayınevini kurar, o da yetmez Tını Sanat Evi’ni sanatseverlerin hizmetine açar.

 

Aysel Y.Gökçelik’ in şair kimliği, yazar kimliğinin bir adım önünde olsa da aslında öykücülüğü çok daha eskidir. İlk olarak Gönlüm Bir Deli Poyraz (1991) ve Bana Gözlerini Susma (1997) adlı şiir kitaplarının yayımlanması Gökçelik’ in daha çok şair olarak tanınmasına neden olmuştur. “Şiire sevdalı, öyküye vurgun” olarak kendini tanımlayan sanatçı Ölmeyi Öğret Bana (1997, 2.Baskı 2005), Kanatılmış Karanfiller (2005) ve son olarak Annemin Aynası (2009) isimli öykü kitaplarını yayımlar.

 

Sevim Yazar, Damar Dergisi’nin 144. sayısındaki bir yazısında Gökçelik’ in şiir ve öykülerinden söz ederken, akıcı anlatımı içindeki dil ustalığından dem vurur ve kalemini “Yürekli, içtenlikli, sevgi dolu” olarak tarifler. Oysa yürekliliği yüreğini sızlatmaktadır Gökçelik’ in… Damar Dergisi 174. sayısı (2005) için Cemile Çavdar’ın kendisiyle yaptığı röportajda içini dökmekte, sözünü sakınmamaktadır. Yazar olmanın hayal kırıklığı ile eş anlamlılığını vurgulamakta, “Çok satan yazar” tanımını eleştirmekte, belli kişi ve çevrelerce desteklenmediği, popüler kültürün içinde yer almadığı sürece yazarın yok sayıldığından söz etmektedir. Oysa 1998’de, Ölmeyi Öğret Bana adlı öykü kitabı, Orhan Kemal Öykü Ödülleri Yarışması’nda 3. lüğe değer bulunmuştur. Bu konuda tek bir satıra rastlayamamasını yine popüler kültürü reddetmesine ve edebiyat dünyasındaki ayrımcı yaklaşıma bağlar. Çok satan yazarların tanıtımlarındaki dikkat çekmek adına yaptıkları aşırılıklardan örnekler verir. Çok satmanın ölçü olmadığını verilerle anlatır Gökçelik. Yayınevlerinin tutumlarını eleştirir. Derneklerin “Taşra” ayrımcılığına sitem eder. Haklıdır da… Günümüzde de artarak devam eden bu çılgınca tüketmenin etkileri edebiyata çoktan bulaşmıştır. Bir yazarın eserini bastırabilmesi için popüler olması neredeyse şart olmuştur. Dernekler ve edebiyat çevrelerince İstanbul’un dışında yaşamanın taşralılık olarak görülmesi ise artık bana göre de çağdışı bir mantıktır. İletişim teknolojisindeki inanılmaz gelişim dünyayı küresel bir köy yaparken, hala İstanbul dışında yaşıyor ve yazıyor olmaya “Taşra” lı olarak bakılması ve küçümsenmesini anlamak olası değildir.

 

Aysel Y. Gökçelik de eserler üretip unutulan ya da yok sayılan birçok öykücü gibi zaman zaman kırılsa da her şeye karşın yazmaya devam eder. Zamansız Bir Mevsim (*) adlı öyküsünde ansızın geliveren bir sevdanın çelişkilerinin arasına “…Bir gün her şey bitecek, değişime uğrayacak evren. Bir başkası tutuverecek bıraktığımız yerden. Kavga biter mi bilemem ama yüreğimin çatışması durulur: Topluma olan borcumun büyük bir bölümünü ödemiş olurum.” diyerek kırgınlığını da usulca iliştiriverir satırlarına… Her gün bakıp görmezden geldiğimiz insanları, farkında bile olmadığımız kadın savaşları, kadının bazen güç aldığı bazen başkaldırmaya ittiği erkeği yazar. Arka sokaklarda, evlerin pencerelerinin gerisinde olup bitenleri, Akdeniz kentlerinin buğulu, sıcak caddelerini, göçe yenilmiş insanların dramatik yaşamlarından kesitler aktarır.

 

Aysel Y.Gökçelik öykülerinde ön planda olan kadın bazen kentli, bazen kırsalda karşımıza çıkar. Öykülerin sergilendiği tablo ne olursa olsun, kentlerin ya da kırsal bölgelerin kenarda köşede kalmış, itilmiş, hatta yok sayılan, görmezden gelinen kesimlerinden gösterilen insan fotoğrafları kılıç gibi keskin bir kalemden süzülüp okurun yüreğini kanatan yüzleşmeler sergiler. Geri plandaki erkek karakterler, kadın kahramanın yaşamını -Çoğu zaman olumsuz yönde- şekillendirirken, biraz da kadın olmanın gerektirdiği savaşçı, direnişçi, sorgulayıcı yanların ortaya çıkmasına neden olur. Gökçelik, bazı öykülerinde kent kadınını konu ediyorsa da, emekçi ve eylemci kadınla da ilgilidir. Töre kıskacındaki kadının acısını, hiçbir yerde yazılı olmayan ama uyulması şart olan kuralların kahramanlarının çaresizliğini çarpıcı bir şekilde yansıtır.

 

Aysel Y. Gökçelik’ in öyküleri öylesine net resimlerle sunulur ki neredeyse sinema tadında sahneler resmedilir o öykülerde… Nilgün (*) adlı öyküsünde;  “Duvara fırlatılan bardaklarla savrulan yaşamını yakalamaya çalışıyor. Tuzla buz olan kristal parçacıklarda kendi yansımasının kırılarak çoğaldığını görüyor. Gözlerinin ya da dudaklarının olmadığı görüntüler. Yarım, üçgen, beşgen yansımalar… Parmak uçlarıyla dokunuyor cam kırıklarına. Okşuyor onları. Tek tek avucuna koyuyor. Coşkulanıyor.” O’nun satırları cisimlere, görüntülere dönüşür, olaylar, insanlar gözünüzün önünde şerit halinde akıp gider.

 

Gökçelik’ in kadınları ilk bakışta yaşamın getirdiklerine boyun eğmiş gibi görünseler de, geri planda kaderine karşı çıkışın, dayatılan kurallarla savaşmanın, ezilmeye başkaldırışın bazen hüzünlü, bazen dramatik, bazen dehşetli örneklerini yaşar ve yaşatırlar.

 

Aşkın da sorgucusudur Aysel Y. Gökçelik. Aşkın her hali bulunabilir O’nun satırlarında… Beklerken’ deki (*) gibi umutsuz bir aşkın şiirsel dili olur: “Dışarıdan bakıldığında çağlayanların coşkusunu andıran bir dünyayım. Suyun ritmik büyüsüne kapılan, güneş boyu süzülen bir yelkenli… Gün kendini tüketirken benim coşkum da tükenir. Ona, o beklenene doğru akamamanın acısı çavlanlaşır. Büyüdükçe acı, bilinmeyen denizlere doğru sürüklenirim.” Anlatımındaki çarpıcılık ve keskin dili ister istemez yüzleşmeyi getirir. İmgelerin güzelleştirdiği ama gölgeleyemediği gerçekçi anlatımı kaçılan, korkulan, yok sayılanla sert ve kaçınılmaz yüzleşmeler yaşatır.

 

Günümüz öykücüleri arasındadır aslında Aysel Y. Gökçelik… Aysel Y. Gökçelik, Çukurova’dan parlayan bir "Kadın" yıldız. Yazmak için doğmuş, tıpkı kısa öyküde devrim yaratan Catherine Mansfield gibi "Yazmak için yaşayan", yaşam enerjisini yazmaktan alan bir anlatıcı. Kadının her halini yaşamış, bilen, gören, duyumsayan bir bilge, bir usta.

 

Tarihin gözleri bir gün gerçeği görecek, “Yatmadan Önce Yüz Fırça Darbesi” ile gerçek sanatı, popüler kültürün getirdiği ile gerçek yazarı birbirinden ayıracak ve hak ettiği yere koyacaktır.

 

 

Dipnot:

 

Necip Tosun’un Günümüz Öyküsü ile ilgili denemelerinden,

Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet.com.tr- Kitap (6.temmuz.2007) e- Kitap yazısından,

İlkay Tuna, Tay Dergisi, Eylül-Aralık 2009 sayısında yayımlanan

Annemin Aynası’nda Parlayan Yıldız: Aysel Y. Gökçelik yazısından yararlanılmıştır.

(*) Ölmeyi Öğret Bana, Aysel Y.Gökçelik, Damar Yayınları, 2005 (2. Baskı)

(*) Annemin Aynası (Nilgün.sy 37), Zemge Yayınları, 2009

(*) Annemin Aynası (Beklerken, sy 23), Zemge Yayınları, 2009

 

(Söke Öykü Roman/ Adana’da Öykü, Roman/ Mayıs-Haziran 2010 sayısında yayınlanmıştır. )

 

 

www.mevsimsiz.net © 2010

 














Hiç yorum yok:

Yorum Gönder