2 Aralık 2021 Perşembe

NEDEN YAZIYORUM?


 


NEDEN YAZIYORUM?

 

                                     

            Ben yazmaya başladığımda ”neden yazıyorum?” sorusunu sormamıştım hiç kendime. Böyle bir sorunun varlığından haberdar değildim.

            Dokuz-on yaşındaki bir çocuk neden yazar? Onu yazmaya iten nedenler ne olabilirdi?

Şu an geriye dönüp baktığımda bu soru tüm yalınlığıyla duruyor karşımda. O yaşlarda neden yazmaya başladığımı şimdi daha iyi anlayabiliyorum.

Ben insanlardan kaçmak için yazmanın gücüne sığınmışım. Evet, insanlardan kaçmak için. Kendimi sözlü olarak ifade edemediğim için.

Günümüzde buna “özgüven eksikliği” diyorlar. Bu söz doğru olabilir ama altmışlı yılların sonunda özgüven eksikliğinin ne olduğunu bilmiyorduk ki. Ne psikologla ne de pedagogla tanışmıştık. Anne terliği ve baba bakışı yeterliydi kendimize gelmeye. İç içe geçmiş yaşamların hüküm sürdüğü mahallelerde, en az altı çocuklu, kalabalık aile ortamlarında büyümüştük biz. Ne okul servisimiz ne de özel arabamız vardı. Yağmur, çamur demeden, ayağımızda lastik çizmeler okula yürüyerek gidenlerdendik. Özel ilgi yoktu hiçbirimize, şımartılmanın ne olduğunu bilmezdik. Aile içinde benim gibi çıkıntı biri olduğunda burnu kıvrılır, “icat çıkartma” denilip kıç üstü oturtulurdu. Duygusallığınız başınıza bela olur, dış dünyayla bağınızı koparır ve kendi içinize kapanırsınız. Ve günün birinde öfke patlamaları yaşarsınız. O yaşta birilerine bağırıp çağırmak, kırıp dökmek istiyorsunuz. Çocuksunuz, bunları yapacak olursanız üstüne dayak da yersiniz. Beklenmedik bir anda yazmanın gücüyle tanışırsınız. İçinizi o ak kağıtlara dökmeye başlarsınız.

Ve işte ben yazmaya böyle başladım. Öfkemi, sevincimi, coşkumu yazıyordum. Kimi şiir oluyordu yazdıklarımın kimi de öykü. Bunun ayırımına varamıyordum henüz ama yazıyordum. Yazdıkça okuma gereği hissediyordum. On dört yaşıma geldiğimde Ana, Suç Ve Ceza, Yüz Yıllık Yalnızlık başucu kitaplarım olmuştu.

Hem okuyor hem de yazıyordum. Ama yalnızca kendim için yazıyordum. Dışarıda bir hayat vardı ve durmadan akıyordu. Ekonomik ve siyasal alanda verilen mücadele devam ederken yoksulluk ile yoksunluk arasındaki uçurumun ayırımına varmaya başladım. Birden eylemlerin içinde buluvermişim kendimi. Hak arayanların arasında pankart taşımışım. Ve her gün not düşüyordum ajandama. Böylece günlüklerim oluşmaya başladı. Sadece bana ait yazılar. Sonradan bunun “tarihe not düşmek” olduğunu öğreniyorum.

Seksenli yıllar kırılma noktasıydı. Yüreğimize postal izleri kazındı. Kayıplar, ölümler ve de faili meçhuller soluksuz bırakıyordu beni ve benim gibileri. Birikmiş acılar çığlık olup göğüs kafesini zorluyordu. Eylemler zaman zaman sonuçsuz kalıyordu.

Bir şey yapmalıydım ama ne? Ve M.Ö. söylenmiş olan “söz uçar yazı kalır” sözüne dayanarak yazdıklarımı, daha doğrusu yazacaklarımı paylaşma kararı aldım.

Yaş otuz, yıl 1989 ve ben ilk olarak bir yerel gazetede “köşe yazarı” olarak başladım yazmaya.

Sözün özü: Yaşadığınız coğrafyada toplumun acılarına duyarlı bir yüreğiniz varsa buna ortak olmak için can atıyorsunuz. Bunu yazıyla, müzikle, heykelle, karikatürle, resimle, tiyatroyla, sinemayla anlatmaya ve aktarmaya çalışıyorsunuz. Ben de bu toplumun, kültüründen, kültür mozaiğinden beslenen biri olarak acıda ve sevinçte ayna görevini üstlenmiş durumundayım. Her zaman aynayı önce kendime sonra topluma tutarım. Çünkü insan önce kendine bakmalı ondan sonra yargıda karar kılmalı.

 


3 yorum:

  1. on puan...onpuan...on puan aysel hanım...bu yazı sadece aysel'i değil, bir kuşağı anlatıyor...hepsi doğru söylediklerinizin...söz uçar yazı kalır, kitaplarınızla bu konuda kalıcılığı da yakaladınız...yolunuz açık, kaleminiz güçlü, mutluluğunuz daim olsun...selamlar saygılar...

    YanıtlaSil
  2. Bu gönendirici yorumunuz için çok teşekkür ederim değerli gazeteci dost Abdülkadir Kaçar...

    YanıtlaSil
  3. Bu gönendirici yorumunuz için çok teşekkür ederim değerli gazeteci dost Abdülkadir Kaçar...

    YanıtlaSil