NEDEN YAZIYORUM?
Ben yazmaya başladığımda ”neden
yazıyorum?” sorusunu sormamıştım hiç kendime. Böyle bir sorunun varlığından
haberdar değildim.
Dokuz-on yaşındaki bir çocuk neden
yazar? Onu yazmaya iten nedenler ne olabilirdi?
Şu an geriye dönüp baktığımda bu soru tüm yalınlığıyla
duruyor karşımda. O yaşlarda neden yazmaya başladığımı şimdi daha iyi
anlayabiliyorum.
Ben insanlardan kaçmak için yazmanın gücüne sığınmışım. Evet,
insanlardan kaçmak için. Kendimi sözlü olarak ifade edemediğim için.
Günümüzde buna “özgüven eksikliği” diyorlar. Bu söz doğru
olabilir ama altmışlı yılların sonunda özgüven eksikliğinin ne olduğunu
bilmiyorduk ki. Ne psikologla ne de pedagogla tanışmıştık. Anne terliği ve baba
bakışı yeterliydi kendimize gelmeye. İç içe geçmiş yaşamların hüküm sürdüğü
mahallelerde, en az altı çocuklu, kalabalık aile ortamlarında büyümüştük biz.
Ne okul servisimiz ne de özel arabamız vardı. Yağmur, çamur demeden, ayağımızda
lastik çizmeler okula yürüyerek gidenlerdendik. Özel ilgi yoktu hiçbirimize,
şımartılmanın ne olduğunu bilmezdik. Aile içinde benim gibi çıkıntı biri
olduğunda burnu kıvrılır, “icat çıkartma” denilip kıç üstü oturtulurdu.
Duygusallığınız başınıza bela olur, dış dünyayla bağınızı koparır ve kendi
içinize kapanırsınız. Ve günün birinde öfke patlamaları yaşarsınız. O yaşta
birilerine bağırıp çağırmak, kırıp dökmek istiyorsunuz. Çocuksunuz, bunları
yapacak olursanız üstüne dayak da yersiniz. Beklenmedik bir anda yazmanın
gücüyle tanışırsınız. İçinizi o ak kağıtlara dökmeye başlarsınız.
Ve işte ben yazmaya böyle başladım. Öfkemi, sevincimi,
coşkumu yazıyordum. Kimi şiir oluyordu yazdıklarımın kimi de öykü. Bunun
ayırımına varamıyordum henüz ama yazıyordum. Yazdıkça okuma gereği
hissediyordum. On dört yaşıma geldiğimde Ana, Suç Ve Ceza, Yüz Yıllık Yalnızlık
başucu kitaplarım olmuştu.
Hem okuyor hem de yazıyordum. Ama yalnızca kendim için
yazıyordum. Dışarıda bir hayat vardı ve durmadan akıyordu. Ekonomik ve siyasal
alanda verilen mücadele devam ederken yoksulluk ile yoksunluk arasındaki
uçurumun ayırımına varmaya başladım. Birden eylemlerin içinde buluvermişim
kendimi. Hak arayanların arasında pankart taşımışım. Ve her gün not düşüyordum
ajandama. Böylece günlüklerim oluşmaya başladı. Sadece bana ait yazılar.
Sonradan bunun “tarihe not düşmek” olduğunu öğreniyorum.
Seksenli yıllar kırılma noktasıydı. Yüreğimize postal izleri
kazındı. Kayıplar, ölümler ve de faili meçhuller soluksuz bırakıyordu beni ve
benim gibileri. Birikmiş acılar çığlık olup göğüs kafesini zorluyordu. Eylemler
zaman zaman sonuçsuz kalıyordu.
Bir şey yapmalıydım ama ne? Ve M.Ö. söylenmiş olan “söz uçar
yazı kalır” sözüne dayanarak yazdıklarımı, daha doğrusu yazacaklarımı paylaşma
kararı aldım.
Yaş otuz, yıl 1989 ve ben ilk olarak bir yerel gazetede “köşe
yazarı” olarak başladım yazmaya.
Sözün özü: Yaşadığınız coğrafyada toplumun acılarına duyarlı
bir yüreğiniz varsa buna ortak olmak için can atıyorsunuz. Bunu yazıyla,
müzikle, heykelle, karikatürle, resimle, tiyatroyla, sinemayla anlatmaya ve
aktarmaya çalışıyorsunuz. Ben de bu toplumun, kültüründen, kültür mozaiğinden
beslenen biri olarak acıda ve sevinçte ayna görevini üstlenmiş durumundayım.
Her zaman aynayı önce kendime sonra topluma tutarım. Çünkü insan önce kendine
bakmalı ondan sonra yargıda karar kılmalı.
on puan...onpuan...on puan aysel hanım...bu yazı sadece aysel'i değil, bir kuşağı anlatıyor...hepsi doğru söylediklerinizin...söz uçar yazı kalır, kitaplarınızla bu konuda kalıcılığı da yakaladınız...yolunuz açık, kaleminiz güçlü, mutluluğunuz daim olsun...selamlar saygılar...
YanıtlaSilBu gönendirici yorumunuz için çok teşekkür ederim değerli gazeteci dost Abdülkadir Kaçar...
YanıtlaSilBu gönendirici yorumunuz için çok teşekkür ederim değerli gazeteci dost Abdülkadir Kaçar...
YanıtlaSil