YAŞAMIN AYNASINDAKİ KADINLAR
Söze nereden başlamalı?
Kadın
analardan mı, emanet kadınlardan mı? Eksik eteklerden mi, saçı uzun aklı
kısalardan mı?
Bu ve
benzeri terimleri çoğaltmak mümkün. Sonuçta kadını ana, eş, sevgili gibi değil
de “kaşık düşmanı” olarak gören feodal yapı değişmedikçe, kadına
yakıştırılan sıfatlar da değişmeyecektir.
Cinsiyet
ayrımcılığı ana rahminde döl tuttuğu andan itibaren başlıyor. “Erkek adamın
erkek evladı olur” söylemi, kadını yok saymanın ifadesidir. Bu ifade süreç
içinde şiddete dönüşüyor.
Burada
şiddet dayak olarak değil, sözsel ve psikolojik baskı olarak çıkıyor karşımıza.
Kadın suçluluk duymaya başlıyor. Kendi kimliğinden utanıyor. Erkek çocuk
doğuramamanın sancılarını çekiyor.
Toplumun
geneline baktığımızda, eğitimsiz kadınlarımızın bu tür bir sorunla daha sık
karşılaştığını görüyoruz.
Bir de
güneydoğulu kadınların yüreklerine kazınmış bir “kara yazgı” dır sanki erkek
çocuk sendromu.
Sorunun
kromozomlarda olduğunu bilmeden dövünüp durur kadınlar. XX’in dişi, XY’nin
erkek olduğunu bilse sorun çözülecek.
Kromozomlardan
da anlaşılacağı gibi “Y” tek başına erkek olamıyor ne yazık ki. Dişi kromozomla
birleşince kendi kimliğine kavuşuyor erkek.
Tabi
burada bilimsel açıklamalara girişmeyeceğim. Erkek çocuk doğuramamanın
kadınların sorunu olmadığını vurgulamak istiyorum.
Hep
kadının eğitilmesinden söz ediyoruz.
Kadını
eğitmek için öncelikle erkeğin eğitimli olması gerekiyor. Akademik bir eğitim
değildir söz konusu olan. Gelenek, görenek ve töre üçgeninin dışına çıkabilmeyi
başarmış olan erkek zaten eğitimlidir. Kadını “insan” olarak
görebilmeyi başarmış erkek, ona hak ettiği saygınlığı kazandırmış
demektir.
Bugün
Türkiye’nin penceresinden baktığımızda, bu üçgenin dışına çıkabilmiş insanların
azınlıkta olduğunu görürüz.
“Neden-Sonuç”
ilişkisi ortada. Kadın bedeni üzerinden siyaset yapılabiliyorsa bu ülkede;
kadının namusu bir erkeğin namusu olarak kabul görüyorsa ve hala “iki bacak
arası” edebiyatı prim yapıyorsa; bu kadının güçlü olduğunun göstergesidir.
Erkek kadının gücünden korkuyor demektir. Hiçbir erkek çevresinde kendinden
daha akıllı ve daha başarılı bir kadına tahammül edemez.
Örnekleyelim
isterseniz: Ünlü matematik profesörü Sophie Germain.
Sophie
Germain, matematiğe ilgi duymuş biri olarak, alanında ün yapmış bir
üniversiteye girmek için başvurur. Çevresi çok geniş olmasına karşın,
sadece erkeklerin okuduğu bu üniversiteye alınmamıştır.
Sophie
German’ın matematik tutkusu ağır basar. Erkek kılığına girerek, başka birinin
adıyla kayıt yaptırır üniversiteye. Burada dehasıyla dikkat çekmiş; daha sonra
kadın olduğu anlaşılınca da pek ses çıkartmamışlar. Ömrünü matematik bilimine
adamış olan bu kadın, öldüğünde de erkeklerin kabusu olmuş. Öyle ki, mezar
taşına “işsiz” sözcüğünü kazımışlar.
Kadın
her koşulda ve her ortamda, fiziksel görüntüsünün aksine erkekten daha
güçlüdür. O nazenin görüntüsünün altından -yeri geldiğinde- bin kaplan gücü
çıkar ortaya. Toplumun ve erkek egemen sınıfın ona dayattıklarından, yani onu
görmek istedikleri yerde tutunmaktan vazgeçecek kadar cesurdur. Hırslıdır.
Kadın kimliğini ön plana koymadan (istisnalar kaideyi bozmaz), başarı
kapılarını tek tek açar. Ama karşısında acı bir gerçek var: Erkek egemen erk
onu yok sayıyor. Bu durumda toplumsal ve sınıfsal baskıya boyun eğmek zorunda
kalıyor.
Meclisteki
kadın sayısına baktığımızda azınlığın da azınlığı konumundalar. Konu mankeni
gibi duruyorlar. Yaşamın aynasındaki kadınların sesi olabilme
şansları var mı sizce?
Yani bu
coğrafyada kadın olmanın hiçbir ayrıcalığı yoktur. Dayatılanı yaşamak zorunda
bırakılıyor kadın.
Üçüncü
sayfa haberlerine baktığınızda, kadına yönelik şiddetin en üst noktaya
geldiğini görürsünüz. En önemlisi de töre ve namus cinayetleri…
21.
yüzyılda, teknoloji çağında hala bunlar yaşanıyorsa, ilkel çağlarda
yaşayanlardan daha gerideyiz demektir. En azından ilkel kabilelerde aile
kavramı daha güçlüydü. Kadının sözü erkeğin sözüne eşitti.
Yaşamın
aynasındaki kadınların, yürek aynalarında yeşerttikleri umutlarının, gün
ışığında boy vermesi umuduyla…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder