30 Nisan 2017 Pazar

YARINI GELMELİ SEVMELERİMİZİN







1
bölünmüş günlerden kalan ne elimizde
kanatılmış bir gül bir de yürek yarası
korku çekilmiş pencerelerine evlerin
ölüm kokuyor sokaklar

bu sevda bir yürek atımı değil artık gülüm
dolara endekslendi coşkumuz
faizler içtik akmayan musluklardan
sessizce öldük  geceler boyu
sivrisinekler yaktı ağıdımızı


dağlara gidemedik
dağlar üstümüzdeydi çünkü
sürgünü ezildi umutların
düşler düşünce özgürlüğünde tutsak
tut yüreğimi gülüm tut
yüreğim göğsümden firar edecek





2
açlığın gözleri ne renk
ne renk yoksulluğun saçları
acının rengine büründü yaşam
ellerimizle giyindik öfkeyi
yumruğumuz göğsümüzü dağladı
boğazımızda ayva dilimi
yarını gelmedi sevmelerimizin

  


3
gün kendiliğinden karalar bağlamaz gülüm
ve her gün doğudan yükselmez güneş
tutsak etme umutlarını yürek yangınlarına
kavgaya kuşan/giyin öfkeni
tersine akıt tüm nehirleri

sokaklara çık akşam üstleri
sokaklar gizler karanlıkları
ve sokaklarda çoğalır
solgun işçi yüzleri

güneşi ayağa kaldırmanın zamanıdır
çöz karanlığı/özgür bırak yönleri
başlar uzansın aydınlığa
açılan pencerelere dön yüzünü gülüm
gözlerde biriken sevinci topla
yaşanacak günlerin güzelliğine savur

Aysel Yenidoğanay



28 Nisan 2017 Cuma

FOTOĞRAFALTI ŞİİRLER/3



                                    sabaha karşı görünür en güzel rüyalar

                                    kuş seslerine karışır tıkırtılar

                                    kokun yayılır

                                    ucu sonsuzluğa uzanan yolda

                                   gün erken iner yüreğime

                                   aydınlanırım

                                   unuturum aynalara bakmayı


                                   gözlerinde güzelleşirim

                                                   Aysel Yenidoğanay

25 Nisan 2017 Salı

ŞİİRİN TANRIÇASI

ŞİİRİN CİNSİYETİ



Şiirin cinsiyeti olur mu?
Olur aslında. Tanrı’nın “erkek” olduğu söyleniyor. Günümüz erkek şairleri de Tanrı gibi görüyorlarsa kendilerini, şiirin cinsiyetini belirlemek kaçınılmaz oluyor.
Arife Kalender’in de dediği gibi, kadın kendi bedenini şiire kapalı tutuyorsa; burada toplum baskısı ve erkek egemen gücün dayatmalarıdır söz konusu olan. Bu nedenle “kadın şair” söylemini “cins ayrımcılığı” olarak algılamıyorum. Kendi dilimi kurarak dayatılana karşı çıkmanın özgürlüğünü yaşıyorum.
Parsellenmiş yürek coğrafyamı, kanatılmış yanımı; kadın olduğumun bilincine vardığında üşüyen ruhumu özgür bırakıyor şiir.
Şiir; düşünü kurduğum güzel günlerin umudunu yeşertir içimde.
Ve benim için şiir; yürekte boy veren çığlığın dildeki ağıtıdır. Yılgın bir halkın gülümseyişidir.
Ve şiir, sevdiğim insanla ırmaklarımızın karışmasıdır.
Şiir yazarken özgürlük duygusu yaşıyorsam, o halde ben şiirin Tanrıçası oluyorum…


                                                                       Aysel Yenidoğanay






24 Nisan 2017 Pazartesi

YÜREĞİMİN ŞARKILARI / ŞİİRÖYKÜ







YÜREĞİMİN ŞARKILARI


Haftada bir gelirdi.
Bazen iki kez gelirdi haftada.
Kucağında demet demet çiçeklerle…
Kır çiçekleri…
En çok da gül ve karanfil.
Parası yoktu bilirdim.
Geri ödenmemek üzere birilerinden borç alıp gelirdi.
Sormazdım hiç çiçekleri nasıl aldığını,
Sormazdım; deniz manzaralı sitelerin güvenlik görevlilerine kaç kez yakalandığını,
Ve sormazdım deniz kokulu kente nasıl geri döneceğini.
Eline uçan balon tutuşturulmuş çocuklar gibi havalanırdım.
Gözlerinin denizinde yelken açan gemilerce gülerdi o.
Martılar uçuşurdu kıyılarında.
Konuşurdum.
İkimizin yerine konuşurdum.
O, beni susardı yüreğinin tuvaline çizerek.
Akarsuya bırakılan şiirler yazardı. Okurdum o şiirleri. Okudukça coşardım. Başı önde, sakalını karıştırırdı arada bir. Sonra yine susardı.
Haftalar uçurtmanın kanadına takılıydı.
Kucak kucak çiçekler, çiçek çiçek susmalar.
Bilirdim bana yasak olduğunu ve her sevincin ardından O’na gideceğini.
Bilirdim çiçeklerin bir gün solacağını, gülüşümü de soldurarak.
Uçurtmanın bir gün  tellere takılacağını, ya da ipinin boşalacağını bilirdim.
Bilmezdim hiç, günün birinde yüreğimin şarkılarının susacağını.

Ve bilmezdim onun faili meçhullere karışacağını…

AYSEL YENİDOĞANAY

FOTOĞRAF ALTI ŞİİRLER/2






                                         ağaçları kurumuş bir ormanda
                                         çırılçıplak kalmışım
                                         yitirdim gölgemi /-gölgem ol -/
                                         bir deliliğimden utanmadım
                                         bir de seni sevmekten

                                         yürekevimin kapıları
                                         hep sana açılıyor
                                         bodrum kapıları da bana
                                         sevdiğim
                                         aşk iki kişilik bir dünya
                                         bodrum masal içinde bir dünya
                                         tut ellerimi kendi masalımızı yazalım
                                         martı özgürlüğü yakışsın bize

                                         Aysel Yenidoğanay

21 Nisan 2017 Cuma

FOTOĞRAF ALTI ŞİİRLER/1









                         

                                      yaz aşkı güneşle 
                                      sevişirken deniz
                                      ansızın kış gelir bu kente
                                      ıssızlaşır sahiller
                                      sokaklar ıssızlaşır
                                      bir sen varsın 
                                      yazdan kalma seslerin izini süren
                                                  bir de sevgi dilenen sahip( li/)siz köpekler

YOLCULUK






                          YOLCULUK
                                                             
                                    
  Aşk ateşi dolaşırken damarlarında
                                                    Dağların karı erimeden
                                                    “sen yolculuklara yeniden başla”


Sınırsız güzellikler uzayıp kısalıyor yanı başımda. Hareket halindeki aracın camından uzatıversem elimi, yakalayıvereceğim güzellikleri… 
Yolculukların en güzel yanı bu. Mevsimine göre değişen doğanın renkleri büyülüyor insanı. Sonbaharda yol kenarında sararmaya yüz tutmuş otlar, ağacın dallarına sıkıca tutunup, düşmemek için direnen, rüzgârla savrulan birkaç yaprak, sisle kaplı dağlar ve kışa hazırlanan yol boyu evleri…
İlkyazda yeşil gelinliğini giyinir dağlar, ovalar. Erimeye başlayan karların çaylara, derelere süzülüşü, yolculukların vazgeçilmez tutkusu. O karlarla birlikte erir içiniz. Gökkuşağına bürünmüş doğanın ortasında olmak istersiniz. Gelinciklerin nazlı süzülüşü, papatyaların albenisi, zakkumların çekiciliği, açelyaların soyluluğu alır götürür sizi bir yerlere…
Yaza hazırlanan tarlalarda çapa sallayanlara bir selam gönderirsiniz sessizce. Yüreğinizin gülücükleri yansır cama.
Ve artık hasadı bekler başaklar. Yaz güneşi sarmıştır ovaları. Sapsarı ışın huzmeleri yükselir yeryüzünden göğe doğru. Ve bir başka doğa harikası alır sizi, göğün ve denizin bir olduğu yere bırakır; maviyle kucaklaşırsınız. “Deniz üstü köpürür/hey canım rinanay rina rina rinanay/gemiye de binsem götürür/hey canım hey!”
Bir gemi değil, bir otobüs alıp götürdü beni bir kış ikindisinde. Beni ve sevgilimi…
Dağların karına dokunmaya gidiyoruz. Yemyeşil bir denizin ortasında yol alıyoruz. Güneyin o kendine özgü havası sarıyor bizi. Turunç ve portakal ağaçları eşlik ediyor bize. Güneşin ufukta kızıl halkalarla dans edişi, kara dokunma tutkusunu daha da ateşliyor. Pozantı’ya yaklaştıkça dağların dumanlı başları görünmeye başladı. Porselen heykellere benziyordu ağaçlar. Sevinç çığlıkları atıyorum. Sevgilim de coşuyor benimle. Sıkıca sarılıyor bana. Uzansak kar küreyecek yüreklerimiz.
Pozantı’dayız. Akşam erken inmiş yollara. Dinlenme tesislerinden birine giriyoruz. İlk düş kırıklığıyla tanışıyoruz. Son bir aydır havalar güneşli olduğundan karlar erimeye başlamış. Özellikle yol kenarlarında ve evlerin önündeki karlar buz kütlesine dönüşmüş. Garson: “Tepelere doğru çıkarsanız, kar görme şansınız var. Size torba verelim, doldurup götürebilirsiniz” Diyor, alaycı bir ses tonuyla.
Dışarı çıkıyoruz. Dağların yeşili karanlığa boyun eğmiş. Siyah ve beyazın egemenliği altında her şey. Yol boyu uzayan ışıkların karanlıkla işbirliği yapması, ay aydınlığını yok ediyordu.
Bir ileri bir geri gidip geliyoruz tesisin önünde. Bir poşet dolusu kar uğruna mı kat etmiştik onca yolu? Kar olmayınca Pozantı’da kalmanın anlamı var mı?
Sevgilim ve ben suskunuz. Otobüsteyken hiç susmayan biz, konuşma yetisini yitirmiştik. Sıkıca tutuyoruz birbirimizin elini.
Karla yaşam savaşı veren insanları düşündüm. Kimi bölgelerde altı ay sürer kış. Geçit vermez yollar. Su gereksinimlerini, karı eriterek karşılarlar. Kış umduklarından da uzun sürerse, yazın stokladıkları yiyecek ve yakacaklar tükenince, zor günler için besledikleri hayvanları kesmeye başlıyorlar. Hayvanları olmayanlar da kuru ekmeği tirit (etsiz) yapıp yiyorlar.
Bizlerse zevk için kar görmeye geliyoruz. Sürekli karla iç içe yaşıyor olsaydık, karın tadına varabilir miydik? Sanmıyorum. Denizi hiç görmemiş birinin deniz düşü görmesi nasıl doğalsa, bizim kar görme isteğimiz de o kadar doğal.
Yüreğimin acıyan kısmına tuz basıyorum. Bırakıyorum sevgilimin elini. Yere eğiliyorum. Hayali kar dolduruyorum avuçlarıma. Top top ediyorum onu. Birkaç adım gerileyip sevgilime fırlatıyorum. Şaşkınlıkla bakıyor yüzüme.
“Ne yapıyorsun?”
“Kartopu oynuyorum.”
“Saçmalama. Olmayan karla mı?”
“Tut ki kar var. Tut ki oynuyoruz seninle. Kahkahalar atıyoruz. Tut ki yuvarlanıyoruz yumuşacık karların üzerine. Çılgınca sevişiyoruz. Soluk soluğa koşuyoruz sonra. Yakalıyorsun beni. Yeniden sarılıp öpüşüyoruz.”
“Delisin sen!”
“Deli olmasam seninle ne işim olurdu. Aşk delilik değil midir?”
Sonunda güldürebilmiştim onu.
Dünyanın sonu değil ya. Yine geliriz. Hatta kışı altı ay süren yerlere gideriz. Doğa koşullarıyla savaşan insanlara konuk oluruz. Sade suya tirit paylaşırız onlarla.
Uzun yolculukları seviyorum biliyorsun. İşim olmasa da uzun yola çıkmanın coşkusunu hiçbir şeyde bulamam. Kalabalıklar içinde yalnızlığın tadını çıkarırım. Her istasyonda duran trenlere koşuşan satıcı çocukların yüzlerini çoğaltırım yüzümde. Her molada “çaylar şirketten” diyen otobüs muavininin(muavin de yok artık, hostes) sesine takılırım. –Artık hiçbir firma “çaylar şirketten” demiyor ya o da ayrı bir burukluk.- Yol boyu uzanan güzelliklerin yaşamımızda ne kadar etkili olduğunu ve bunları neden çoğaltamadığımızı düşünürüm. Güzellikler yaşandıkça ve çoğalttıkça güzeldir.
Hadi gel, bir çılgınlık daha yapalım seninle. Gelen otobüslerden birini durduralım. Mersin’e gidelim. Sahile ineriz. Denizin yosunlu kokusunu çekeriz içimize. Dalgalar vururken kıyıya, bir kayanın üzerinde sevişiriz. Bir balıkçının teknesinde sabahlarız, kaçak aşıklar gibi. Asayiş ekiplerine yakalanırsak evlilik cüzdanımızı gösteririz. Sahi, biz evliydik değil mi? Senin yanındayken zaman kavramını yitiriyorum. Seni seviyorum.
Yüzü aydınlanmaya başlamıştı. Hızla gelip geçen araçların rüzgârına aldırmadan sıkıca sarıldım ona. Soluksuz kalana kadar öpüştük. Damarlarımızdaki aşk ateşi, dağların doruklarında biriken karları eritecek güçteydi.
Mersin’in portakal çiçekleri, karşılayın bizi. Dağların karı erimeden, yolculuklara başladık yeniden…


                  A.Y.                               2 Ocak/1996/Adana








HAYAT ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA AKMAYA DEVAM EDİYOR

       



       Şafağın gecenin koynunda uyandığı saatlerdeyim. Horozların sesine baykuşlar yanıt veriyor. Onun dışında derin bir sessizlik hüküm sürüyor krallığımda. Birkaç saat sonra denizle gökyüzü kavuşacak; güneş dalgalanan denizin köpükleriyle sevişecek martıların gözü önünde. Yelkenleri rüzgar yüklü tekneler süzülecek mavi çarşafın üzerinde. Bütün bu sessizliğin ortasında hayat çığlık çığlığa akmaya devam edecek

20 Nisan 2017 Perşembe

AYRILIK GÜNCESİ / ŞİİR







AYRILIK GÜNCESİ



cansuyum,
ayışığı sesini getirdi bana. çevresinde oluşan aylalarda gördüm yüzünü. ayaklanmıştı
doğa. kurbağaların senfonisi doldurdu geceyi. sesine tutundum. dans ediyorum. nerede
ne zaman biteceğini bilmediğim bir dans. sen orada ben burada/aynı anda bir ayın sey-
rine koyulmuşuz. ateşler içinde yanıyor ay. yarım kalmışlığına üzülüyor. yıldızların ı-
şıltısı yetmiyor ona. dolunay olmayı bekliyor.kırık bir beste takılıyor telefon teline.
ve bir damla gözyaşı/göle dönüşen.
ay boğuluyor.
Fesleğen gülüşlüm,
Yüreğim karlı dağlarda yanan ateş.
-beni bir daha gönderme-
bilirsin, başımı göğsüne gömüp teninin kokusunu içimde hissetmeden uyuyamam. elin saçımı
karıştırmalı. burnumun ucundaki kıla dokunmalısın. kızmalıyım sana. küçük küçük yumruklar
atmalıyım omuzlarına. intikam saati! kirpiklerimi burnunda gezdirmeliyim. aksırıp tıksırmalısın.
-işte şimdi ödeştik!






2
arap bülbülünün sesiyle uyandım sabah
dutun dalbaşları uzanmıştı odama
kalktım/gelincik tarlasına uzandım
ayaklanmıştı doğa
orak tutan elleri çağırır gibiydi başaklar
sis kaplamıştı dağları
ve doruklarda çırpınıyordu yüreğim










3
ayrılığın ilk güncesi
ay ondördünde/alkanlar içinde
yanık bir türküdür yüreğim

arap bülbülünün sesi çoğalıyor alacaşafakta
bir serçenin ürkekliğinde çırpışıyor gülüşlerin
konuveriyorsun gelincik tarlasına
baharın kendisi oluyorsun
çıldıran doğanın ortasında








4
eski bir kente
eskiyen yüzüyle bakıyor kozan kalesi
çobansız sürüler dolaşıyor yamaçlarında
ve analığım can çekişiyor
oğlak analarının dolgun memelerinde

yüreğimden doğurduğum sevgilim
bir kayıp anasıyım
bu ayrılık güncesinde
göle dönüşürken gözyaşım
telefon tellerine yükledim sesimi










5
fesleğen gülüşlüm
gün yeni güne eklenmek üzere
kurbağalar aşk çağrısında bu gece
hayra alamettir baykuşun ötüşü
ve yarasalar/
uğursuz değildir insanlar kadar








6
seni düşünmekteyim yine
eylem günlerinden kalma bir alışkanlıkla
elde kalem/pankart açmışım sayfalara
özlem çığlığım kozan dağına çarpıyor/
bir köpek ulumasında
ve bilirsin
köpekler insandan daha sadıktır insana





7
gencecik bir kızla tanıştım bugün
bahar gözlerinde açmıştı
ne yaşar kemal’i biliyor
ne nazım’ı
yine de onlar gibi
toprak kokuyordu elleri





8
ve kadınlar
kalabalıklar içinde
toprak rengi yüzleriyle giyinirler yalnızlığı
en dobra küfür
dua gibi dökülür dillerinden
ve beş vakit namaza durur hepsi/ezan sesinde








9
yüreğimden doğurduğum sevgilim
çıplaklığımı(zı) giyinemedim bu gece
pencere açık
üşüyorum
ay ışığına sar bedenini
koynuma gir





10
akşamüstü yağmur yağdı sevgilim
toprak kokusu sardı havayı
ölüler başlarını uzattı gömütlüklerden
ve haykırdılar bir ağızdan:
-taş binalarınız sizin olsun
              kıskanmayın toprak kokumuzu







11
bir cenaze gidiyordu sabah
beyaz abdullah’mış/yaşı bulmamış altmışı
omuzlardaydı
yarış halindeydi el verenler
tekbir sesleri ulaşırken göğe
beyaz abdullah’ın
           gül tenli
           -ilkten sonra üçüncü-
           yanağı benli
           dul karısı düşüyordu gönüllere





12
ölüm ne denizin dibinde
ne yedi kat göğün üstünde
ölüm/bir gece vakti
yürek alkış tutarken aşka

bir ayrılık güncesinde  yitmektir

A.Y.

CENNET BİLEK / AYSEL YENİDOĞANAY İLE SÖYLEŞİ

                                               
         ÖLÜMSÜZLÜĞE GİDEN YOLUN YOLCUSUYDUK


                                                                                        CENNET BİLEK


Sevgili Aysel’i DAMAR dergisi yayın kurulundaki çalışmalarım sırasında dergide yayımlanan sıcacık öykülerinden tanıyordum. Daha sonra edebiyatçılar derneği genel kurulunda yüz yüze tanıma olanağını buldum. Öyküleri gibi sıcak ve samimiydi Aysel. Son kitabı “Annemin Aynası” nı okuduktan sonra onunla şiir ve öykü üzerine söyleşmek istedim. Edebiyat dünyasında sağlam bir duruşu olduğuna inandığım Aysel’in içini biraz deşmek istedim. Edebiyat dünyasında biraz ezber bozmanın gerektiğine inanıyorum. Çünkü Aysel’in öykülerini okuduğumda ezber bozan bir dili olduğunu gördüm.
Aysel Y. Gökçelik öykülerini okurken, insan kendini sürekli sorgulama ihtiyacı duyuyor.  Ve hayata karşı bitmeyen bir özlemin sıcaklığını hissediyor. Kadın ve erkek ilişkilerini, kadının namusunu sorgularken kadınlara yol açıyor adeta. “Başka bir dünya” var dedirtiyor. “Nilgün” öyküsünde olduğu gibi,  bir kadının yaşadıklarının insanı kendine nasıl yabancılaştırdığını seriyor önümüze. Ve pişmanlıkların, vazgeçişlerin kadının ruhunda bıraktığı yaraları deşiyor bu kitabında Aysel Yenidoğanay Gökçelik.



Cennet Bilek: Gerçekten aynalara yansıyan suretlerimizin gerçeğimiz olduğuna inanıyor musunuz?

Aysel: Aynalardaki suretlerimizin gerçeğimizi yansıttığına tabi ki inanmıyorum.
Dünya bir oyun sahnesi. Yaşam da başını anımsayamadığımız, sonunu bilmediğimiz bir senaryo... Bu senaryonun konusu zaman ve mekan konumuna göre farklı bir içeriğe sahip olabilir. Zaman zaman oyuncu değişikliği yapılır, verilmiş roller uygulanır ve oyun durmadan devam eder. Ezberlenmiş repliklerdir bunlar. Her gün prova yapılır. Ezberbozan sufleler yok. Şaşırdığında atılırsın oyundan.
Oysa her gün, her an şaşırıyoruz. Teknoloji sınırları zorlarken, savaş haberlerine şaşırıyoruz. İşgal edilen topraklarda, yüreği işgal edilen kadınların nasıl ayakta durabildiklerine şaşırıyoruz. Ve çığlığı kendi içine gömülü o kadınların çığlığını susuyoruz. Bahar gözlü çocukları susuyoruz. Yıkımlar üzerine inşa ettiğimiz hayalleri susuyoruz. Toprak kokusuna hasret yüreğimizde, çürümüş yaşamları susuyoruz. Ve anlamını yitirmeye başlamışken birçok şey, bizler şaşırmaya devam ediyoruz. Neden? Verilmiş rollerin dışına çıkamıyoruz da ondan.  Maskeler takıyoruz yüzlerimize. “Koruyucu zırhlarımız… Sevdiklerimizi -aslında kendimizi- korumak adına her gün takıyoruz onları; yüzümüze yabancı gülücüklerle… Mutluluk oyununa ortak ediyoruz çevremizdekileri; oyuna geldiğimizi bile bile…”(Annemin Aynası’nda Maske adlı öykümde daha detaylı anlatmışım, her yeni günle birlikte yüzümüze taktığımız farklı maskeleri.)
Gerçek şu ki, yüreğimizi aynalara yansıtabilseydik eğer, suretlerimizin sırı kalmazdı. Çünkü bizler içimizden geçeni söylemek yerine yüreğimizde barındırıyoruz. Büyütüp besliyoruz onları; kimi zaman aşk ile kimi zaman öfke… Söylemek istediklerimizi de yapay ışıltılarla yansıtıyoruz çevremize…
Cennet Bilek: Öykülerinizde hep toplumsal konuları görüyoruz. Bunun nedeni toplumu sürekli sorgulayan bir bakışınıza bağlayabilir miyiz?
Aysel: Yazarlar toplumun muhalif kimlikleridir. Yaşamı olduğu gibi değil olmasını istedikleri gibi kurgularlar. Bu da beraberinde sorgulamayı getirir. Sorgulamaya başladığınız andan itibaren sistemin dayattıklarına başkaldırma dürtüsü harekete geçer. Yazar kimliğinden öte birey olarak kendinizi sorumlu hissedersiniz. Toplumun acıları kendi acınıza dönüşmüştür çünkü. Tam da bu noktada başlar sancılı süreç.  Ben de bu toplumun bir bireyi olarak, yaşamın aynasından yansıyanları önce kendi yüreğimde harmanlarım. Belli bir olgunluğa geldikten sonra kalemin aynasından yansıtırım birikenleri…
Cennet Bilek: “Gelinlik” öykünüzde anlattıklarınız ise hala devam ediyor ülkemizde. Ne bayram ne de düğün dinliyorlar egemen güçler. Ne zaman deliksiz uykulara yatacağız? Ne zaman kendimizi güvende hissedeceğiz?
Aysel: Benim kuşağım, darbe öncesi  (1980) ve darbe sonrası büyük bedeller ödemiş bir kuşaktır. 16-17 yaşındaki çocukların içeri alındığı, insanlık dışı işkencelerden geçirildiği; daha da ileri gidersek, asıldığı bir kuşaktır. - Erdal Eren bunun en canlı örneği.- Yarınları çalınmış bir gençlik ordusu çürüdü zindanlarda. Tek suçları, daha güzel bir dünya düşü… Hangimiz daha güzel bir dünya düşü kurmadık ki? Ve hala kurmaya devam ediyoruz.
 “Gelinlik” öykümdeki Seher’de bunlardan biri.
  Hazır giyim atölyesinde ütücü olarak çalışan Seher,  aynı işyerinde çalışan Murat’la evlilik hazırlığı yapıyor… Seher ve Murat giyim atölyesinde sendikalaşmanın mücadelesini veriyorlar. Her zamanki gibi destekleyenler de var karşı çıkanlar da. Gelinlik’den bir bölüm aktarayım Murat’ın sözleriyle : “Üç kuruşa talim eden insanlar, işten çıkarılma korkusuyla sendikalaşmaya karşı geleceklerdir. Yıpratmaya çalışacaklar. Senin yanındaymış gibi görünenler, arkandan dolaplar çevirecekler. Burada yetmiş kişi çalışıyor ama imza atacak onbeş cesur yürek bulmak kolay değil, bilesin.”
 Gizli örgütlenme, işveren yanlılarınca sabote ediliyor. Gelinlik provasını yaptığı gün Murat’ın içeri alındığını öğreniyor Seher. “Diri tut öfkeni Seher diri tut!” deyip çıkarır gelinliğini ve Anton Çehov’un “Kayaları delen damlaların şiddeti değil, damlaların sürekliliğidir” sözüne yaslanarak haykırır: “Unutma! Gün bedel ödeme günüdür! İşçi temsilcisinin sen olduğunu bilmiyor ki muhbirler. Yarın sendika temsilcileriyle masaya otur, karşılıklı atılsın imzalar. 1 Mayısta yüreği aşkla çarpan insanların arasında ol alanlarda. Sürgünlerin boy verdiğini göreceksin.”
Gördüğün gibi sevgili Cennet, rahat uykular haram bize… Hala serçe tedirginliğinde yaşıyoruz… Hala güzel bir dünya düşü kuran insanlarımız içeride… Hala Cumartesi Anneleri Galatasaray Meydanı’nda bir araya geliyor…
Ya sistemin bir parçası olup küllendireceğiz ateşi ya da diri tutup öfkemizi, nehir yüreklere akacağız…
Cennet Bilek: Toplumda “tabu” olarak görülen, kadının yazgısı gibi kabullenilen konulara parmak basmak sevindirici.  Tabuları yıkmak kolay değil sanırım.
Aysel: “Tabu” dediğimizde aklımıza ilk gelen şey “namus” oluyor. Namus kavramıyla bağdaştırılan da kadındır haliyle. Bu da cins ayrımcılığının en belirgin özelliği.“Uğruna ölümlere gidip geldiğimiz”, hapislerde yattığımız, “ya benimsin ya toprağın” dediğimiz kadın… Hep emanet gibi görülen, namusu babasından, abisinden, kocasından, oğlundan sorulan kadın… O, “eksik etek” dir. Kendi kendini koruyamaz. “Saçı uzun aklı kısa” dır, kandırıverirler onu, aklını çelerler…
Ne acıdır ki son yıllarda kadına yeni bir kimlik daha kazandırıldı:  O “baştan çıkarıcıdır”,  “şehvet duygularını kamçılayandır.”  Bu durumda hemen tesettüre girmesi gerekiyor! Bulunan çözüm ortada. Bu söylemlerin arkasında kim var? Dinci, erkek egemen cephe.  Neyle korkutuluyor kadınlar? Günahla! Günah diye bir şey yok aslında. Kılıçtan geçirilmiş öğretilerde kadının evine ve erkeğine sadık kalması için; korkutmak ve sindirmek adına erkek egemen erk tarafından afyon niyetine ortaya atılan uydurma bir söylem… Toplum geneline baktığımızda yüzde seksen oranında bu söyleme “inanmış gibi” görünen kadınlar var.
“Gibi” yaşamak acıtıcıdır aslında. İkili ilişkide sürekli bir aldatma söz konusu.  Kocasının varlığı üzerinden kendi varlığını sürdürmeye çalışan kadın, hem kendini hem de çevresindekileri aldatmış oluyor. Neden? Çünkü “kendi olma” hakkı verilmemiştir ona. Tabu olarak görülen cinselliğini bile doyasıya yaşayamamıştır. Orgazmın ne olduğunu dahi bilmeden, sırf kocasını mutlu etmek için yalancı çığlıklar atmıştır. Beklentilerini, düşlerini askıya almıştır. Kendine biçilen rollerle yaşamını sürdürmeye çalışmıştır. Attığı çığlıklar kendi iç nehirlerinde boğuldu. Sonuçta kadının tabularını yıkabilmesi için öncelikle kendine inanması ve birey olması gerekiyor. Dayatılan yaşam biçimine tepki gösteren kadınlar, birey olmayı başarabilen kadınlardır.
Cennet Bilek: Kadın dernekleriyle paylaştınız mı öykülerinizi?
Aysel: Bazı kadın derneklerine ve Uçan Süpürge’ye kitaplarımı gönderdim.
Ben bir dönem Emekçi Kadınlar Birliği’nin Adana’da gönüllü üyesiydim. Dernek çatısı altında birçok söyleşi ve seminerlere katıldım.
Bilinen şu ki dünyanın her yerinde kadınlar fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalıyorlar. Cinsel istismara uğruyorlar. Yaşadıkları travmaları atlatabilmeleri için desteğe ihtiyaçları var. Kadın dayanışmasına inananlardanım…
Cennet Bilek:  Özgeçmişinizi okuyunca, yazmanın “Tanrı vergisi” olmadığına kanaat getirdim bir kez daha… Siz ne dersiniz bu konuda?
Aysel: Yazmak tabii ki Tanrı vergisi değildir. “Seçilmişlik” söz konusu olabilir. Görme, duyma, algılama, diğer insanlara göre daha farklıdır yazan kişilerde… Sözcük seçimi, dili kullanma yetisi, kurgulama bunlar çalışarak, okuyarak geliştirilen yetilerdir.
Bir kırlangıcın, minicik gagasıyla, bıkmadan, usanmadan, sabırla çamur taşıyıp yuva yapmasına benzer yazmak. Hem insanlara yakın hem de bir o kadar uzak… Hem içindesin hayatın hem dışında. Kırlangıç senin o kadar yakınından geçer ki tutuverecekmişsin duygusuna kapılırsın. Sabah, öğle, akşam balkonun bir ucuna yuva yapmış kırlangıcı gözlersin. Bir kez olsun avucuna konsun istersin… Öyle ani ve öyle hızlı bir uçuşu vardır ki bir an için kırlangıcın sana saldıracağını düşünürsün. Bu düşünce ile çıldırırsın. Onun yuvasını bozmamak adına balkonunun kirlenmesine aldırmamışsın, ama o ne yapıyor; sana saldırıya hazırlanıyor. Onu yok etmek istediğini düşünüyor çünkü… Kendini koruma içgüdüsü… İnsanlara güvenmeme… Savaş zırhlarını kuşanması, minicik yüreğinin gücünü zorlayarak inşa ettiği (ya da yarattığı) yuvasının (kalesinin) sınırlarını (surlarını) belirlediğini gösterir: “Sınırları aşma, çıldırırsam fena olur!” demek istiyor.
Yazmak, yaratıcılığın en uç noktasıdır; çıldırma noktasındaki insanın yaşama geri dönmesidir.
Çıldırma aşamasında kalemsilahlara sarılıp, sözcük mermileriyle savaşarak, yenen ve yenilenin kim olduğunun ayırdına varmadan normal yaşama geri dönmenin can bulmuş halidir yazmak. Birçok sanatçı, (yazar, şair, ressam, heykeltıraş, besteci) en iyi eserini çıldırma anında yaratmıştır. Çıldırma Tanrı vergisi olmadığına göre, yazarlık da bizi çıldırmaktan koruyan, düş gücümüzle inşa ettiğimiz bir kalkan. Sınırlar aşıldığında çıldırıyoruz…
Cennet Bilek: Günümüzde öykülerin gittikçe kısaldığını görüyoruz. Bunun nedeni ne olabilir?
Aysel:  Öykünün Dünyası Öykünün Yazarı konulu bir panelde, “Öykü yazarının yaşama bakışı bir romancıdan farklıdır. Belli kalıpları ve kuralları yoktur onun. Özgürdür. Bir çiçeğin kokusu, bir çocuğun ağlaması, yeni doğmuş bir bebeğin ilk çığlığı, buğulu bir günün ardından son kızıllığını yayan güneşin can çekişini; bir sevgilinin saçlarında gezinen el ile anne elinin sıcaklığını aynı duyarlılıkla vermesi bundandır.” Demiştim. 
Sorunuza gelecek olursak, yanıtı üstteki paragrafta gizli: Öykü özgürdür. 
Yaratıcısının kollarına bırakır kendini. Yazar ve öykü ruh ikizidir aynı zamanda. Birbirlerinden kopmaları imkansız. Yazar sayfalar dolusu betimlemeler yerine tek sayfada dünyayı gözlerinizin önüne serebilir.
Öykülerin kısalma nedeni yaratıcı yazarlığın sınırları zorlamasından kaynaklı olabilir. Edebiyat alanında yazması en kolay gibi görünen öyküdür. Ama görüntü ve gerçek her zaman birbiriyle çelişir. Diyelim ki bir şiir okuyorsunuz ve siz o şiirde yalnızca bir tek dizeye vuruluyorsunuz. İşte o zaman şiir amacına ulaşmış oluyor. Öyküde de durum aynı: Çarpıcı ve öz. Annemin Aynası’ndaki Kaçak Sevda adlı bir sayfalık öyküm buna en iyi örnek. Okuyuculardan gelen e-postalardan edindiğim izlenimlere göre “en iyi öykü” seçildiğidir.
Öykülerin kısalması bir bakıma iyi oldu. Yeni nesil zamanının çoğunu ya bilgisayar başında geçiriyor ya telefon başında. Teknoloji baş döndürücü bir hızla ilerlerken, kitap okuma alışkanlığı giderek azalmaya başladı. Uzun okumalara kimsenin vakti kalmadı. Yeni okuyucu kitlesi kazanabilmek adına öyküdeki gereksiz ayrıntıları ve laf kalabalığını atıp, özü aktarmak en iyisi…
Cennet Bilek: Ben Aysel’in yazdıklarını okuyunca “takdirname” bekleyen yazarlar, şairler geldi aklıma. Buna gerek var mı?
Aysel: Yok. Yazar, ne yazdığını ve kimin için yazdığını biliyorsa sorun yok. Bir yerlerde kendisiyle aynı duyguları paylaşan birileri mutlaka olacaktır. Yalnızca o birileri için bile yazmak yeterlidir…
Cennet Bilek: Şiir mi öykü mü öncelikli dersem, ne dersiniz?
Aysel: Bu çok zor bir soru aslında. Şiir benim vazgeçilmezim, ilk göz ağrım. Şiir okuyup, şiir yazmadığım gün eksik hissederim kendimi. Öykülerim daima şiirden beslenir.
Ben yazmaya şiirle başlayanlardanım. Şiire sevdalıydım ama öyküye vuruldum sonra. “Hişt! Hişt!” diyen sesin peşi sıra sürüklendim. Ve şimdilik özelime aldım şiiri. Öykü en büyük aşkım…
Cennet Bilek: İleride roman yazmayı düşünür müsünüz?
Aysel: Doksanlı yılların başında böyle bir çalışmanın içine girdim. 211 sayfalı bir roman yazdım. 211 A4 demek, yaklaşık 400 sayfa demektir. Beğenmedim sonra. İçerik olarak güzeldi ama kurguda kopukluklar oldu. Bir daha da denemedim. O roman durur hala. İçinden onlarca öykü çıkar aslında. Onu şimdilik bozmayacağım. Yazılmış ama basılmasına izin verilmemiş ilk ve son romanım olarak kalsın istiyorum. Öyküyle devam edeceğim yoluma...
Cennet Bilek: Edebiyat ödülleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aysel: Yazmaya ve yazdıklarımı paylaşmaya başladığım yıllarda “ödül almak” önemliydi benim için. Şöyle düşünüyordum: Ödül, yazarlığın payesidir. Herkes tarafından tanınacaksın, daha çok okuyucuya ulaşacaksın, vs. vs… 98’de Orhan Kemal 3.lük ödülünü aldığımda bile çok mutlu olmuştum… Şimdi bulunduğum noktadan geriye dönüp baktığımda bunun ne kadar anlamsız olduğunu görüyorum. Çünkü Türkiye’de “ödül sistemi”nin nasıl çalıştığını biliyorum. Seçici kurulda yer alan isimlere bakarak gönderdiğin dosya veya kitap ya seçici kurulun eline geçmeden değerlendiriliyor ya da seçici kurul bir içki masasında bir araya gelip; “Dosyaları okuyan var mı? Bu yıl ödülü kime verelim?” mantığıyla karar alıyor. Sonuçta ödülü alan kişi milli piyangodan çıkmış oluyor. Bazı yarışmalarda da ödülün kime verileceği aylar öncesinden biliniyor. 2.lik, 3.lük de teselli armağanı…
Son örneğini Birgün gazetesinin Reha Mağden adına düzenlediği öykü yarışmasında gördük. Seçici kurulda adı geçen kişiler, kendilerine dosya iletilmediğini bildirdiler. Birinci seçilen Kevser Ruhi’de ödülü reddetti.
2002 yılında “Kanatılmış Karanfiller” adlı öykü dosyamı Bilgi Yayınevine göndermiştim. İncelemek için iki aylık süre vermişlerdi. İki ayın sonunda Ankara’ya gittim. Tanınmış bir yayıneviyle çalışacağım için seviniyordum. Düşkırıklığı… Dosyayı önce bir yarışmaya göndermeliymişim, ardından ödül almalıymışım, ancak o zaman basabilirlermiş. Şişme yazar olmak gerekiyor. Birileri koltuk altını destekleyecek, sen öyle yürüyeceksin. Ödül, birilerinin üzerinden kendini varetmekse eğer, ben bu oyunda yokum.
Yazmak benim yaşam biçimim. Doğdum, yazıyorum ve öldükten sonra da yaşamak istiyorum. Bunun ödülünü de tarih yazacaktır…
Cennet Bilek: Ölüm, tensel bir yok oluştur. Sizden geriye kalan duygular ölümsüzdür. Siz bunu başardınız, kuşkunuz olmasın. Yazmak, içinde bulunduğumuz derin yalnızlığı azaltmak için en önemli ilaç bence. Yabancılaşmanın gitgide hayatımızı kuşattığını gördükçe de iyi ki yazıyoruz, iyi ki edebiyat var diyorum. Ölümsüzlüğe giden yolun yolcusu olmak, o yolda beraber yürümek dileğiyle… Söyleşi için çok teşekkürler.

Aysel: Ben teşekkür ederim…

2009/ANKARA