ÖLÜMSÜZLÜĞE GİDEN YOLUN YOLCUSUYDUK
CENNET BİLEK
Sevgili Aysel’i DAMAR dergisi
yayın kurulundaki çalışmalarım sırasında dergide yayımlanan sıcacık
öykülerinden tanıyordum. Daha sonra edebiyatçılar derneği genel kurulunda yüz yüze
tanıma olanağını buldum. Öyküleri gibi sıcak ve samimiydi Aysel. Son kitabı
“Annemin Aynası” nı okuduktan sonra onunla şiir ve öykü üzerine söyleşmek
istedim. Edebiyat dünyasında sağlam bir duruşu olduğuna inandığım Aysel’in
içini biraz deşmek istedim. Edebiyat dünyasında biraz ezber bozmanın
gerektiğine inanıyorum. Çünkü Aysel’in öykülerini okuduğumda ezber bozan bir
dili olduğunu gördüm.
Aysel Y. Gökçelik öykülerini
okurken, insan kendini sürekli sorgulama ihtiyacı duyuyor. Ve hayata karşı bitmeyen bir özlemin
sıcaklığını hissediyor. Kadın ve erkek ilişkilerini, kadının namusunu
sorgularken kadınlara yol açıyor adeta. “Başka bir dünya” var dedirtiyor.
“Nilgün” öyküsünde olduğu gibi, bir
kadının yaşadıklarının insanı kendine nasıl yabancılaştırdığını seriyor
önümüze. Ve pişmanlıkların, vazgeçişlerin kadının ruhunda bıraktığı yaraları
deşiyor bu kitabında Aysel Yenidoğanay Gökçelik.
Cennet Bilek: Gerçekten
aynalara yansıyan suretlerimizin gerçeğimiz olduğuna inanıyor musunuz?
Aysel: Aynalardaki
suretlerimizin gerçeğimizi yansıttığına tabi ki inanmıyorum.
Dünya bir oyun sahnesi. Yaşam da
başını anımsayamadığımız, sonunu bilmediğimiz bir senaryo... Bu senaryonun
konusu zaman ve mekan konumuna göre farklı bir içeriğe sahip olabilir. Zaman
zaman oyuncu değişikliği yapılır, verilmiş roller uygulanır ve oyun durmadan
devam eder. Ezberlenmiş repliklerdir bunlar. Her gün prova yapılır. Ezberbozan
sufleler yok. Şaşırdığında atılırsın oyundan.
Oysa her gün, her an şaşırıyoruz. Teknoloji sınırları
zorlarken, savaş haberlerine şaşırıyoruz. İşgal edilen topraklarda, yüreği
işgal edilen kadınların nasıl ayakta durabildiklerine şaşırıyoruz. Ve çığlığı
kendi içine gömülü o kadınların çığlığını susuyoruz. Bahar gözlü çocukları
susuyoruz. Yıkımlar üzerine inşa ettiğimiz hayalleri susuyoruz. Toprak kokusuna
hasret yüreğimizde, çürümüş yaşamları susuyoruz. Ve anlamını yitirmeye
başlamışken birçok şey, bizler şaşırmaya devam ediyoruz. Neden? Verilmiş
rollerin dışına çıkamıyoruz da ondan.
Maskeler takıyoruz yüzlerimize. “Koruyucu zırhlarımız… Sevdiklerimizi
-aslında kendimizi- korumak adına her gün takıyoruz onları; yüzümüze yabancı
gülücüklerle… Mutluluk oyununa ortak ediyoruz çevremizdekileri; oyuna
geldiğimizi bile bile…”(Annemin Aynası’nda Maske
adlı öykümde daha detaylı anlatmışım, her yeni günle birlikte yüzümüze
taktığımız farklı maskeleri.)
Gerçek şu ki, yüreğimizi aynalara
yansıtabilseydik eğer, suretlerimizin sırı kalmazdı. Çünkü bizler içimizden
geçeni söylemek yerine yüreğimizde barındırıyoruz. Büyütüp besliyoruz onları;
kimi zaman aşk ile kimi zaman öfke… Söylemek istediklerimizi de yapay
ışıltılarla yansıtıyoruz çevremize…
Cennet Bilek: Öykülerinizde hep toplumsal konuları görüyoruz. Bunun
nedeni toplumu sürekli sorgulayan bir bakışınıza bağlayabilir miyiz?
Aysel: Yazarlar toplumun muhalif kimlikleridir. Yaşamı olduğu gibi
değil olmasını istedikleri gibi kurgularlar. Bu da beraberinde sorgulamayı
getirir. Sorgulamaya başladığınız andan itibaren sistemin dayattıklarına
başkaldırma dürtüsü harekete geçer. Yazar kimliğinden öte birey olarak
kendinizi sorumlu hissedersiniz. Toplumun acıları kendi acınıza dönüşmüştür
çünkü. Tam da bu noktada başlar sancılı süreç.
Ben de bu toplumun bir bireyi olarak, yaşamın aynasından yansıyanları
önce kendi yüreğimde harmanlarım. Belli bir olgunluğa geldikten sonra kalemin
aynasından yansıtırım birikenleri…
Cennet Bilek: “Gelinlik” öykünüzde anlattıklarınız ise hala devam
ediyor ülkemizde. Ne bayram ne de düğün dinliyorlar egemen güçler. Ne zaman
deliksiz uykulara yatacağız? Ne zaman kendimizi güvende hissedeceğiz?
Aysel: Benim kuşağım, darbe öncesi
(1980) ve darbe sonrası büyük bedeller ödemiş bir kuşaktır. 16-17
yaşındaki çocukların içeri alındığı, insanlık dışı işkencelerden geçirildiği;
daha da ileri gidersek, asıldığı bir kuşaktır. - Erdal Eren bunun en canlı
örneği.- Yarınları çalınmış bir gençlik ordusu çürüdü zindanlarda. Tek suçları,
daha güzel bir dünya düşü… Hangimiz daha güzel bir dünya düşü kurmadık ki? Ve
hala kurmaya devam ediyoruz.
“Gelinlik” öykümdeki Seher’de bunlardan biri.
Hazır giyim atölyesinde ütücü olarak çalışan Seher, aynı işyerinde çalışan Murat’la evlilik
hazırlığı yapıyor… Seher ve Murat giyim atölyesinde sendikalaşmanın
mücadelesini veriyorlar. Her zamanki gibi destekleyenler de var karşı çıkanlar
da. Gelinlik’den bir bölüm aktarayım Murat’ın sözleriyle : “Üç kuruşa talim
eden insanlar, işten çıkarılma korkusuyla sendikalaşmaya karşı geleceklerdir.
Yıpratmaya çalışacaklar. Senin yanındaymış
gibi görünenler, arkandan dolaplar
çevirecekler. Burada yetmiş kişi çalışıyor ama imza atacak onbeş cesur yürek
bulmak kolay değil, bilesin.”
Gizli örgütlenme, işveren yanlılarınca sabote
ediliyor. Gelinlik provasını yaptığı gün Murat’ın içeri alındığını öğreniyor
Seher. “Diri tut öfkeni Seher diri tut!” deyip çıkarır gelinliğini ve Anton
Çehov’un “Kayaları delen damlaların şiddeti değil, damlaların sürekliliğidir”
sözüne yaslanarak haykırır: “Unutma! Gün bedel ödeme günüdür! İşçi
temsilcisinin sen olduğunu bilmiyor ki muhbirler. Yarın sendika temsilcileriyle
masaya otur, karşılıklı atılsın imzalar. 1 Mayısta yüreği aşkla çarpan
insanların arasında ol alanlarda. Sürgünlerin boy verdiğini göreceksin.”
Gördüğün gibi sevgili Cennet,
rahat uykular haram bize… Hala serçe tedirginliğinde yaşıyoruz… Hala güzel bir
dünya düşü kuran insanlarımız içeride… Hala Cumartesi Anneleri Galatasaray
Meydanı’nda bir araya geliyor…
Ya sistemin bir parçası olup
küllendireceğiz ateşi ya da diri tutup öfkemizi, nehir yüreklere akacağız…
Cennet Bilek: Toplumda “tabu” olarak görülen, kadının yazgısı gibi
kabullenilen konulara parmak basmak sevindirici. Tabuları yıkmak kolay değil sanırım.
Aysel: “Tabu” dediğimizde aklımıza ilk gelen şey “namus” oluyor.
Namus kavramıyla bağdaştırılan da kadındır haliyle. Bu da cins ayrımcılığının
en belirgin özelliği.“Uğruna ölümlere gidip geldiğimiz”, hapislerde yattığımız,
“ya benimsin ya toprağın” dediğimiz kadın… Hep emanet gibi görülen, namusu
babasından, abisinden, kocasından, oğlundan sorulan kadın… O, “eksik etek” dir.
Kendi kendini koruyamaz. “Saçı uzun aklı kısa” dır, kandırıverirler onu, aklını
çelerler…
Ne acıdır ki son yıllarda kadına
yeni bir kimlik daha kazandırıldı: O
“baştan çıkarıcıdır”, “şehvet
duygularını kamçılayandır.” Bu durumda
hemen tesettüre girmesi gerekiyor! Bulunan çözüm ortada. Bu söylemlerin
arkasında kim var? Dinci, erkek egemen cephe.
Neyle korkutuluyor kadınlar? Günahla! Günah diye bir şey yok aslında. Kılıçtan
geçirilmiş öğretilerde kadının evine ve erkeğine sadık kalması için; korkutmak
ve sindirmek adına erkek egemen erk tarafından afyon niyetine ortaya atılan
uydurma bir söylem… Toplum geneline baktığımızda yüzde seksen oranında bu
söyleme “inanmış gibi” görünen kadınlar var.
“Gibi” yaşamak acıtıcıdır
aslında. İkili ilişkide sürekli bir aldatma söz konusu. Kocasının varlığı üzerinden kendi varlığını
sürdürmeye çalışan kadın, hem kendini hem de çevresindekileri aldatmış oluyor.
Neden? Çünkü “kendi olma” hakkı verilmemiştir ona. Tabu olarak görülen
cinselliğini bile doyasıya yaşayamamıştır. Orgazmın ne olduğunu dahi bilmeden,
sırf kocasını mutlu etmek için yalancı çığlıklar atmıştır. Beklentilerini,
düşlerini askıya almıştır. Kendine biçilen rollerle yaşamını sürdürmeye
çalışmıştır. Attığı çığlıklar kendi iç nehirlerinde boğuldu. Sonuçta kadının
tabularını yıkabilmesi için öncelikle kendine inanması ve birey olması
gerekiyor. Dayatılan yaşam biçimine tepki gösteren kadınlar, birey olmayı
başarabilen kadınlardır.
Cennet Bilek: Kadın dernekleriyle paylaştınız mı öykülerinizi?
Aysel: Bazı kadın derneklerine ve Uçan Süpürge’ye kitaplarımı
gönderdim.
Ben bir dönem Emekçi Kadınlar
Birliği’nin Adana’da gönüllü üyesiydim. Dernek çatısı altında birçok söyleşi ve
seminerlere katıldım.
Bilinen şu ki dünyanın her
yerinde kadınlar fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalıyorlar. Cinsel
istismara uğruyorlar. Yaşadıkları travmaları atlatabilmeleri için desteğe
ihtiyaçları var. Kadın dayanışmasına inananlardanım…
Cennet Bilek: Özgeçmişinizi
okuyunca, yazmanın “Tanrı vergisi” olmadığına kanaat getirdim bir kez daha… Siz
ne dersiniz bu konuda?
Aysel: Yazmak tabii ki Tanrı vergisi değildir. “Seçilmişlik” söz
konusu olabilir. Görme, duyma, algılama, diğer insanlara göre daha farklıdır
yazan kişilerde… Sözcük seçimi, dili kullanma yetisi, kurgulama bunlar
çalışarak, okuyarak geliştirilen yetilerdir.
Bir kırlangıcın, minicik
gagasıyla, bıkmadan, usanmadan, sabırla çamur taşıyıp yuva yapmasına benzer
yazmak. Hem insanlara yakın hem de bir o kadar uzak… Hem içindesin hayatın hem
dışında. Kırlangıç senin o kadar yakınından geçer ki tutuverecekmişsin
duygusuna kapılırsın. Sabah, öğle, akşam balkonun bir ucuna yuva yapmış
kırlangıcı gözlersin. Bir kez olsun avucuna konsun istersin… Öyle ani ve öyle
hızlı bir uçuşu vardır ki bir an için kırlangıcın sana saldıracağını
düşünürsün. Bu düşünce ile çıldırırsın. Onun yuvasını bozmamak adına balkonunun
kirlenmesine aldırmamışsın, ama o ne yapıyor; sana saldırıya hazırlanıyor. Onu
yok etmek istediğini düşünüyor çünkü… Kendini koruma içgüdüsü… İnsanlara
güvenmeme… Savaş zırhlarını kuşanması, minicik yüreğinin gücünü zorlayarak inşa
ettiği (ya da yarattığı) yuvasının (kalesinin) sınırlarını (surlarını)
belirlediğini gösterir: “Sınırları aşma, çıldırırsam fena olur!” demek istiyor.
Yazmak, yaratıcılığın en uç
noktasıdır; çıldırma noktasındaki insanın yaşama geri dönmesidir.
Çıldırma aşamasında
kalemsilahlara sarılıp, sözcük mermileriyle savaşarak, yenen ve yenilenin kim
olduğunun ayırdına varmadan normal yaşama geri dönmenin can bulmuş halidir
yazmak. Birçok sanatçı, (yazar, şair, ressam, heykeltıraş, besteci) en iyi
eserini çıldırma anında yaratmıştır. Çıldırma Tanrı vergisi olmadığına göre,
yazarlık da bizi çıldırmaktan koruyan, düş gücümüzle inşa ettiğimiz bir kalkan.
Sınırlar aşıldığında çıldırıyoruz…
Cennet Bilek: Günümüzde öykülerin gittikçe kısaldığını görüyoruz. Bunun
nedeni ne olabilir?
Aysel: Öykünün Dünyası
Öykünün Yazarı konulu bir panelde, “Öykü yazarının yaşama bakışı bir romancıdan
farklıdır. Belli kalıpları ve kuralları yoktur onun. Özgürdür. Bir çiçeğin
kokusu, bir çocuğun ağlaması, yeni doğmuş bir bebeğin ilk çığlığı, buğulu bir
günün ardından son kızıllığını yayan güneşin can çekişini; bir sevgilinin
saçlarında gezinen el ile anne elinin sıcaklığını aynı duyarlılıkla vermesi
bundandır.” Demiştim.
Sorunuza gelecek olursak, yanıtı
üstteki paragrafta gizli: Öykü özgürdür.
Yaratıcısının kollarına bırakır
kendini. Yazar ve öykü ruh ikizidir aynı zamanda. Birbirlerinden kopmaları imkansız.
Yazar sayfalar dolusu betimlemeler yerine tek sayfada dünyayı gözlerinizin
önüne serebilir.
Öykülerin kısalma nedeni yaratıcı
yazarlığın sınırları zorlamasından kaynaklı olabilir. Edebiyat alanında yazması
en kolay gibi görünen öyküdür. Ama görüntü ve gerçek her zaman birbiriyle
çelişir. Diyelim ki bir şiir okuyorsunuz ve siz o şiirde yalnızca bir tek
dizeye vuruluyorsunuz. İşte o zaman şiir amacına ulaşmış oluyor. Öyküde de
durum aynı: Çarpıcı ve öz. Annemin Aynası’ndaki Kaçak Sevda adlı bir sayfalık
öyküm buna en iyi örnek. Okuyuculardan gelen e-postalardan edindiğim
izlenimlere göre “en iyi öykü” seçildiğidir.
Öykülerin kısalması bir bakıma
iyi oldu. Yeni nesil zamanının çoğunu ya bilgisayar başında geçiriyor ya
telefon başında. Teknoloji baş döndürücü bir hızla ilerlerken, kitap okuma
alışkanlığı giderek azalmaya başladı. Uzun okumalara kimsenin vakti kalmadı.
Yeni okuyucu kitlesi kazanabilmek adına öyküdeki gereksiz ayrıntıları ve laf
kalabalığını atıp, özü aktarmak en iyisi…
Cennet Bilek: Ben Aysel’in yazdıklarını okuyunca “takdirname” bekleyen
yazarlar, şairler geldi aklıma. Buna gerek var mı?
Aysel: Yok. Yazar, ne yazdığını ve kimin için yazdığını biliyorsa
sorun yok. Bir yerlerde kendisiyle aynı duyguları paylaşan birileri mutlaka
olacaktır. Yalnızca o birileri için bile yazmak yeterlidir…
Cennet Bilek: Şiir mi öykü mü öncelikli dersem, ne dersiniz?
Aysel: Bu çok zor bir soru aslında. Şiir benim vazgeçilmezim, ilk
göz ağrım. Şiir okuyup, şiir yazmadığım gün eksik hissederim kendimi. Öykülerim
daima şiirden beslenir.
Ben yazmaya şiirle
başlayanlardanım. Şiire sevdalıydım ama öyküye vuruldum sonra. “Hişt! Hişt!”
diyen sesin peşi sıra sürüklendim. Ve şimdilik özelime aldım şiiri. Öykü en
büyük aşkım…
Cennet Bilek: İleride roman yazmayı düşünür müsünüz?
Aysel: Doksanlı yılların başında böyle bir çalışmanın içine girdim.
211 sayfalı bir roman yazdım. 211 A4 demek, yaklaşık 400 sayfa demektir.
Beğenmedim sonra. İçerik olarak güzeldi ama kurguda kopukluklar oldu. Bir daha
da denemedim. O roman durur hala. İçinden onlarca öykü çıkar aslında. Onu
şimdilik bozmayacağım. Yazılmış ama basılmasına izin verilmemiş ilk ve son
romanım olarak kalsın istiyorum. Öyküyle devam edeceğim yoluma...
Cennet Bilek: Edebiyat ödülleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aysel: Yazmaya ve yazdıklarımı paylaşmaya başladığım yıllarda “ödül
almak” önemliydi benim için. Şöyle düşünüyordum: Ödül, yazarlığın payesidir.
Herkes tarafından tanınacaksın, daha çok okuyucuya ulaşacaksın, vs. vs… 98’de
Orhan Kemal 3.lük ödülünü aldığımda bile çok mutlu olmuştum… Şimdi bulunduğum
noktadan geriye dönüp baktığımda bunun ne kadar anlamsız olduğunu görüyorum.
Çünkü Türkiye’de “ödül sistemi”nin nasıl çalıştığını biliyorum. Seçici kurulda
yer alan isimlere bakarak gönderdiğin dosya veya kitap ya seçici kurulun eline
geçmeden değerlendiriliyor ya da seçici kurul bir içki masasında bir araya
gelip; “Dosyaları okuyan var mı? Bu yıl ödülü kime verelim?” mantığıyla karar
alıyor. Sonuçta ödülü alan kişi milli piyangodan çıkmış oluyor. Bazı
yarışmalarda da ödülün kime verileceği aylar öncesinden biliniyor. 2.lik, 3.lük
de teselli armağanı…
Son örneğini Birgün gazetesinin
Reha Mağden adına düzenlediği öykü yarışmasında gördük. Seçici kurulda adı
geçen kişiler, kendilerine dosya iletilmediğini bildirdiler. Birinci seçilen
Kevser Ruhi’de ödülü reddetti.
2002 yılında “Kanatılmış
Karanfiller” adlı öykü dosyamı Bilgi Yayınevine göndermiştim. İncelemek için
iki aylık süre vermişlerdi. İki ayın sonunda Ankara’ya gittim. Tanınmış bir
yayıneviyle çalışacağım için seviniyordum. Düşkırıklığı… Dosyayı önce bir
yarışmaya göndermeliymişim, ardından ödül almalıymışım, ancak o zaman
basabilirlermiş. Şişme yazar olmak gerekiyor. Birileri koltuk altını
destekleyecek, sen öyle yürüyeceksin. Ödül, birilerinin üzerinden kendini
varetmekse eğer, ben bu oyunda yokum.
Yazmak benim yaşam biçimim.
Doğdum, yazıyorum ve öldükten sonra da yaşamak istiyorum. Bunun ödülünü de
tarih yazacaktır…
Cennet Bilek: Ölüm, tensel bir yok oluştur. Sizden geriye kalan
duygular ölümsüzdür. Siz bunu başardınız, kuşkunuz olmasın. Yazmak, içinde
bulunduğumuz derin yalnızlığı azaltmak için en önemli ilaç bence.
Yabancılaşmanın gitgide hayatımızı kuşattığını gördükçe de iyi ki yazıyoruz,
iyi ki edebiyat var diyorum. Ölümsüzlüğe giden yolun yolcusu olmak, o yolda
beraber yürümek dileğiyle… Söyleşi için çok teşekkürler.
Aysel: Ben teşekkür ederim…
2009/ANKARA