Zakkum ve Hayat
26 Ocak 2023 Perşembe
19 Eylül 2022 Pazartesi
YAZARLIK DÜŞLERİMİN İLK KAHRAMANI: YAŞAR KEMAL
Günün ilk
saatleriydi. Bardaktan boşanırcasına yağıyordu yağmur. Elimde ağırlık yapmasını
istemediğimden semsiye almamıştım yanıma. Nasıl olsa yaz yağmurudur bu kesilir
az sonra, diye düşünmüştüm.
Ne yazık ki
kesilmemişti. Dolmuş da bulamamıştım. Böyle bir havada boş taksi bulmak milli
piyangodan büyük ikramiyeyi kazanmak gibi bir şey.
Adamakıllı
ıslanmama karşın içimdeki heyecanı bastıramıyordum.
Yazarlık
düşlerimin ilk kahramanıyla tanışacaktım; az şey mi bu?
Kaldığı otele vardığımda gazeteci arkadaşımız
Aydın Caner’in lobide olduğunu görünce derin bir nefes aldım. Aydın Caner Yeni
Adana gazetesi adına söyleşi yapacaktı, bende sanat sayfasına yönelik
hazırlamıştım soruları.
Resepsiyon görevlisiyle kısa bir görüşmenin
ardından yemek salonunda beklendiğimizi öğrendik.
Yukarı çıktık.
Oldukça kalabalıktı salon. Seyhan Belediyesi 3. Kültür Şenliği için Adana’ya
gelen sanatçıların hepsini bir arada görme olasılığı vardı. Hafif bir müzik
eşliğinde, neşeli bir ortamda kahvaltı ediliyordu.
O günkü programda Sanatçılar Parkındaki anıtın
açılışı vardı. Daha sonra Turhan Selçuk’un karikatür, Bedri Baykam’ın resim
sergilerinin açılış kokteyli verilecekti. Bir de İlhan Selçuk ve Erdal
Atabek’in söyleşileri yer alıyordu.
Dipteki masaya
doğru ilerledik. Aydın Caner İlhan Selçuk ile tanıştırdı beni. İlhan Selçuk ile
Aydın Caner bir süre kader birliği etmişler. İkisi tanıdık bir sohbete
koyuluyorlar. Bu arada kitabımı imzalayıp İlhan Selçuk’a veriyorum. Köşe
yazarlığı üzerine konuşuyoruz. Zorluğu, kolaylığı ve de sevme olayı üzerinde
duruyoruz. Sevmeden hiçbir işin zorluğuna katlanılamayacağı gerçeği bir kez
daha çıkıyor ortaya.
Gözlerim Yaşar
Kemal’i arıyor. Görünürlerde yok. Yan tarafta Halil Ergün oturuyor. Ön tarafta
Bedri Baykam ve bayan rehberi. Bedri Baykam’ın önünde, ayakta biri duruyor.
Sırtı bize dönük. Davudi bir sesle konuşan iri yapılı biri. Sonra tok bir
kahkaha ile masamıza yöneliyor. Ben nefesimi tutmak zorunda kalıyorum: Yaşar
Kemal bu!
Tanışıyoruz.
İlklerin heyecanıyla sunuyorum “Gönlüm Bir Deli Poyraz”ı
Bu arada,
Turhan Selçuk ve Erdal Atabek geliyor bulunduğumuz masaya. Koyu bir sohbet
başlıyor. Aydın Caner bu arada teybi çalıştırmış, sorularını yöneltiyor Yaşar
Kemal’e. Röportaj bitmek üzere. Bir soru çekmişti ilgimi. Hem de uzunca bir
soru ve ardından gelen uzunca yanıt…
Sorunun bir
bölümü şöyleydi:
“…. Acaba, eşi
Türkiye’de az bulunan Yeni Adana gibi tarihi çok eskilere dayanan gazetelerin
varlıklarını, yaşamlarını sürdürebilmeleri için, devlet bir şeyler yapamaz mı?
Ya da kurulacak bir vakıf tarafından koruma altına alınamaz mı?”
Yaşar Kemal’in
yanıtı:
“Türk basını
şu anda Türkiye’ye layık olmayan bir basındır. Dünyadaki birçok gazetelerin en
değerli sayfaları kültür ve sanat sayfalarıdır. Ben magazin ağırlıklı bazı
gazeteler için,
Adana
tabiriyle magazin deli kızın donudur, diyorum.
Örneğin;
Türkiye’deki herhangi bir arabesk sanatçısı Türk basını için, dünyanın en büyük
piyanistlerinden biri olan İdil Biret’ten daha önemlidir. Yine diyelim ki bir
Ajda Pekkan, bir İbrahim Tatlıses de Türk basını için bir Ayla Erduran’dan, bir
Suna Kan’dan çok daha değerlidir.
(……) Bizim
edebiyatımız bugün dünyanın tanınmış edebiyatlarındandır. Yalnız ne Yaşar
Kemal’dir ne Aziz Nesin’dir ne de Orhan Kemal’dir. Yani tüm dünyada eserleri
çıkanlar bunlar değildir. Bir sürü gençlerimizin de kitapları çıkıyor dünyada.
Türk edebiyatı yavaş yavaş enternasyonal bir konuma giriyor ki bu en büyük
şairimiz Mazım Hikmet ile başladı.
(….) Herhangi
bir Türk gazetesinde hiçbir zaman ciddi bir sanat, kültür sayfası yoktur. Türk
gazeteleri maalesef sanatı, kültürü ciddiye almıyor. Oysa bir gazetenin,
özellikle haber, röportaj, fotoğraf nasıl özsel ögeleriyse, kültür ve sanat da
dünyadaki iyi gazetelerin özsel ögelerindendir. Bizimkilerin özel ögeleri ise
sadece baldır bacak, sadece kötü müzik. İlaveten kötü edebiyat diyemiyorum,
edebiyatın kötüsüne bile yüz vermiyorlar.
(….) Yemi
Adana’yı senelerce izledim. Kurtuluş savaşındaki tutumundan, çizgisinde
değişiklik yapmadığını gördüm. Yeni Adana’nın şerefli mazisi ve bugünkü durumu
Adana’nın insanlarına kalıyor. Nasıl ki sanatçılara anıt yapılıyorsa, Yeni
Adana gazetesini de bir kültür anıtı sayabiliriz. Yardım edilmesi gerekir.
Vakıflar kurulmalı, kuruluşlar harekete geçmeli ve Yeni Adana layık biçimde
yaşatılmalıdır. Bu herkesin ve hepimizin ödevi olmalıdır.”
Bu arada bir
telefon geliyor Yaşar Kemal’e. Konuşması bitince hemen bir soru yöneltiyorum
ona. Aslında sorudan çok bir merak benimkisi. “ Al Gözüm Seyreyle Salih” adlı
romanını ne kadar sürede yazdığını öğrenmek istiyorum. Aldığım yanıt oldukça
şaşırtıyor beni: “Dört buçuk ay!”
Bir kitap
düşünün; 415 sayfa ve 12 punto ile dizilmiş. Ve bu kitap 4,5 ay gibi kısa bir
sürede bitiyor. “Al Gözüm Seyreyle Salih” in doğumunu anlatıyor Yaşar Kemal:
“İstanbul’da
başladım bu kitaba. 150 sayfasını yazdım. Sonra Şile’ye gittim. Oradaki çocuğu
tanıdım orda. O demirci arkadaşım; demirci Turan vardı. Ondan sonra o 150
sayfayı yırttım. O 150 sayfaya iki-üç ay çalışmıştım. Oturdum o 150 sayfayı
iyice yırttım. Çöp sepetine de atmadım. Yaktım hepsini ele geçmesin diye. Sonra
oturdum yeniden yazdım bu kitabı…”
Merakımı
yenemeyip yeniden soruyorum: Böylesine kısa sürede yazma olayı tüm kitaplarınız
için geçerli mi? Şunu itiraf etmeliyim ki Al Gözüm Seyreyle Salih, binlerce
ayrıntının bir araya geldiği çok güzel bir kitap…
Tümcem
tamamlanmamıştı ki tam bir Adanalı gibi gülüyor Yaşar Kemal: “Bana göre de çok
güzel bir kitap!” diyor. Sonra içecek bir şeyler istiyor garsondan. Konuşmayı
sürdürmek istiyorum:
—Öykülerimi
yazarken pek sabrım olmuyor. Başladığım
yazı çabuk bitsin istiyorum. O kadar ayrıntıya girmek, onları yerli yerine
oturtmak… Biliyorum, burada sabır çok önemli. Çoğu zaman üzerinde iki-üç ay
çalıştıklarımı yırtıp atıyorum. Ama bu kez umutsuzluğa düşüyorum. Benim gibi
yolun başında olanlara ne önerirsiniz?
Yaşar Kemal’den önce İlhan Selçuk alıyor sözü:
“Benim gördüğüm Yaşar Kemal bir kuyumcu gibi işliyor kelimeleri…”
O davudi ses tonuyla yeniden gülüyor Yaşar
Kemal ve soruma bir açıklık getiriyor:
“Dur, dur! Al
Gözüm Seyreyle Salih’i ölçü olarak alma. Bir kitap dört ayda bittiği gibi dört
yılda da bitmeyebilir. Mesela son kitabım KİMSECİK 4,5 yıl sürdü. Omu biraz
daha ince işledim…”
Yeniden
gülüşmeler oluyor. Bu yanıt karşısında biraz olsun rahatlıyorum. Yazma olayında
en önemli etkenin irade olduğu bir kez daha kanıtlanmış oluyor. İrade ve sabır
birleşince başarılı olmamak için hiçbir neden yok. Önemli olan pes etmemek.
Konuya yoğunlaştıktan sonra geriye yalnızca yazmak kalıyor.
Zamanımızın
geri kalan bölümünde soru yöneltmiyorum. Sohbet ediyoruz. Aydın Caner bir ara
İlhan Selçuk’a soruyor:
“Yaşar Kemal
mi yoksa siz mi daha büyüksünüz?”
İlhan Selçuk şaka yollu yanıtlıyor:
“Yaşar Kemal
yaşça benden büyük ama akıl yönünden ben ondan daha büyüğüm…”
Gülüşmeler
oluyor. Sohbete katılmış görünüyorum ama aklım Yaşar Kemal’ e daha önce sorulan
bir soruda takılı kalmış: “Yani 1973’ten beri Nobel Edebiyat Ödülü’ne
adaylığınız sürüyor ve siz yaşadığınız sürece adaylığınız da sürecek öyle
mi?” Yanıt: “Tabi, her yıl adayım…”
Sohbetimiz sona eriyor. Teşekkür edip
ayrılıyoruz. Dışarıda alabildiğine güneşli bir gün. Hafiften yağmur
serpiştiriyor gökyüzü. Sınırsız bir coşku sarıyor yüreğimi. Ve bir dilek boy
veriyor yüreğimin koyaklarında:
—Umarım Nobel
Edebiyat ödülünü Yaşar Kemal kazanır bu kez…(1992)
6 Aralık 2021 Pazartesi
GÜNÜMÜZ ÖYKÜSÜ VE AYSEL YENİDOĞANAY GÖKÇELİK
GÜNÜMÜZ
ÖYKÜSÜ VE AYSEL YENİDOĞANAY GÖKÇELİK
.
İLKAY TUNA
Günümüzde öyküden söz etmek için biraz
da geçmişe bakmak gerekir. Edebiyat tarihimizde yer almış bütün öykücüler
yaşadıkları çağı, toplumu ve dönemi, insanı yansıtmakla beraber öykünün
evrimine de katkıda bulunmuşlardır. “Gerçekçi” Orhan Kemal, edebiyatın sokağa
açılan penceresi olarak tanımlanırken, 1950’ler ülkemizde Varoluşçu-Gerçeküstü
anlayışa yaslı öykülerin edebiyat dünyamıza hâkim olduğu bir zaman dilimidir.
Öte yandan o dönemde diğer bir önemli akım da sosyal gerçekçiliktir. Haldun
Taner ise, hem “entelektüel hikâye tarzı” nı hem de sosyal gerçekçileri tasvip
etmez. Çünkü o kendi deyimiyle “herkesin anlayabileceği halkçı bir üslup”
peşindedir. Çoğunlukla düz, sade bir anlatımı yeğler.
Bu dönemde Batı’da ise Varoluşçuluk,
Gerçeküstücülük ve Hiççilik akımları hüküm sürmektedir. Ülkemizde hala sosyal
gerçeklik ve köy edebiyatı anlayışı sürerken, Demir Özlü, Erdal Öz, Ferid
Edgü, Orhan Duru, Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar, Bilge Karasu gibi isimler
Batı’daki yönelimleri benimsemişlerdir. Bu kuşak biraz da Sait Faik’le başlayan
bireyin yüceltilmesi tavrını ileriye taşımak, dünya ölçeğinde bir edebiyat
yapmak amacındadır. Kimi yorumcular ise bu tutumu “İlk Modernist çıkış” olarak
niteler. Bu yönelimin en önemli ismi ise Leyla Erbil’dir.
Sevim Burak ise Türk öykücülüğünün en
aykırı ve farklı seslerinden biridir. O öykülerinde tümüyle dilin “görüntü”
gücüne yaslanmaya çalışır. Biraz da dilin maddesini, cisimsel varlığını
önemser. Bu elbette sözün anlamını yitirdiğine ilişkin bir göndermedir. Dönemin
bir diğer önemli ismi ise Adalet Ağaoğlu’dur. Adalet Ağaoğlu’nun öyküleri
oldukça yoğun bir anlatım çeşitliliğine sahiptir. Bilinç akışı, iç monolog,
sembolik anlatım/soyutlama, anlatım çeşitlerinden bazılarıdır. Adalet Ağaoğlu
ile birlikte artık öyküde Postmodernizm yavaş yavaş kendini göstermeye
başlamaktadır.
Tomris Uyar’ın öykü yayınlamaya
başladığı 1970’ler öykücülüğümüzün altın yıllarına denk düşer. Daha sonra
edebiyat sahnesinde yerini alan Füruzan ise eleştirmenlerce övgü kazanmış,
öyküye hareket getirdiği yorumları yapılmış, genelin aksine ilk kitabı “Parasız
Yatılı” inanılmaz yoğun bir ilgi görmüştür.
Hulki Aktunç’u, öykücülüğümüzün dil
bilinci yüksek, yenilikçi, öncü çizgisi olan Vüs’at O. Bener, Tomris Uyar
çizgisi ile ilişkilendirmek daha gerçekçidir. Dönemin en çarpıcı isimlerinden
Ayfer Tunç ise kendi öykü evrenini kurarak, 1990 sonrası Türk öykücülüğünün öne
çıkan isimlerinden biri olmayı başarmıştır. Devamında Bekir Yıldız, İnci Aral,
Erendiz Atasü, Murathan Mungan, Nazlı Eray ve daha birçok isim öyküleriyle
edebiyat tarihimizde yerini alacaktır. Elbette hepsi bu kadar değil… Bu
isimlerin dışında sayamayacağımız kadar çok son derece değerli yazarlarımız
var. Hepsi bugünün öykücülerine ışık tutmuş, kalemleriyle çağını
aydınlatmışlardır. Dikkat çekici bir başka unsur da son yirmi yılda kadın öykü
yazarlarımızın sayısındaki artıştır. Bu, kadının gerek çalışma, gerekse sosyal
yaşama daha çok katılır olmasının, kadının her alanda olduğu gibi yazın
alanında da artık daha cesur davrandığının bir göstergesidir.
Öykü edebi tür olarak kabul edilmesinden
bu yana yaşam ve toplumla birlikte şekil değiştirip, gelişmiştir. Yazarın
içinde yaşadığı toplumdaki olaylar, değişimler öyküye de yansımaktadır. Öykü,
Aysel Y. Gökçelik’ in de söylediği gibi “Yaşamın aynasıdır.” Bu bağlamda 1980
sonrasının apolitik yaşam biçimi öyküye de yansımış, bireyselcilik ön plana
çıkmaya başlamıştır. Postmodernizmin her ne kadar apolitik olduğu düşüncesi
yaygın olsa da, tam olarak öyle olmadığı 90’lı yıllarda Suzan Samancı, Müge
İplikçi ve Cihan Aktaş’ın öykülerinde görülebilir. Geçmişin toplumcu öyküsü
aslında kendini kopyalarken, 90’lı yıllar farklılık ve çeşitliliğiyle kendini
göstermektedir. Çünkü çağ değişmektedir. Teknolojik hız baş döndürücü bir hal
almaktadır. Bilgiye ulaşmak teknolojik olanaklarla daha da kolaylaşmış, artık
“Küreselleşme” den söz edilmeye başlanmıştır. İletişimdeki gelişme daha çok
okuyan olmasa da daha çok bilen insanlar türetmeye başlamıştır. Köyde bile
internete ulaşılabilirlik söz konusu iken artık okuyucunun hala köy edebiyatı
ile ilgilenmesi elbette beklenilmemelidir. Murathan Mungan bir söyleşisinde
“…Artık Ömer Seyfettin, Sait Faik Çehov ya da Hemingway gibi değil, başka türlü
de öyküler yazılabilir. Zamanımızda öykü nasıl zenginleştirilebilir? Olay
anlatma dışında artık günümüz yazarı ve okuru da, pek çok farklı koldan akan
bilgilerle yüklü, donanmış durumda. Bu olanaktan yeni bir öykü dili doğabilir
mi? Benim amaçlarımdan bir tanesi, öyküleme dilini zenginleştirebilmek. Sosyal
bilimlerin ve siyasi malzemenin bize öğrettiklerini kullanarak
zenginleştirebilmek…” derken kendi “Hamlet ve Hitler” öyküsünü örnek
vererek “Diyelim ki kanepede uzanarak değil de, masada oturarak okunacak bir öykü.”
cümlesiyle aslında günümüz öyküsünün nasıl olması gerektiğini çarpıcı bir
şekilde ifade etmiştir.
“Kanepede uzanarak değil, masada
oturarak okunacak öykü…” Bu bence de çok önemli vurgudur. Bir anlamda, öykünün
içinde bulunduğumuz bilgi çağına uyum sağlaması, yazarın buna göre donanımını
arttırması gerekliliği, çok şey bilen okurun bilgi birikiminin gerisinde
kalmamaktan söz etmektedir.
Öykü, 2000’li yıllarda Postmodern
yaklaşımlarla birlikte yürüyen bireyci bir anlayışla anılmaya da başlanmıştır.
Günümüz dünyasında insan kentsel yaşamla birlikte kalabalıklar içinde yalnızlık
yaşamaktadır. 21 Yüzyıl aslında yalnızlıklar yüzyılıdır. Çağın getirdiği her
türlü erozyondan kendini koruma kaygısında olan yazar aslında acıklı bir savaş
vermektedir. Ondan az zamanda, kısa alanda, çok anlam içerebilmesi, üstelik
bunu çarpıcı bir biçimde yapması beklenmektedir. Çünkü okuyucunun kent
yaşamında zamanla yarışı vardır. Yazar diğer yandan toplumsal görevini de
yapmalıdır. İyiyi, güzeli, doğruyu göstermeli, kültürel erozyona sürüklenmeden
dilini korumalı hatta geliştirmelidir. Günümüz öykücüsü aslında gerçekten zor
durumda ve kaygılıdır.
Diğer yandan günümüz öyküsü hızlı
tüketen bir toplumda, dayatılan başka kültürlerin kıskacında büyüyen,
bilgisayar ve sınav yarışlarında hayata başlamadan yorulmuş, gelecekle ilgili
kaygıları olan umutsuz genç kuşağa da kendini gösterme savaşı vermektedir.
Kentsel ve yoğun tempolu yaşam biçiminin sıklığı, zamansızlık sorunu ile
ekonomik krizler, alım gücündeki azalma ile okuyucuyu etkilemiştir. Teknoloji
yine devreye girmiş ve e-kitabı yaratmış hatta Ayfer Tunç “Bir Maniniz Yoksa
Annem Size Gelecek” kitabını önce e-kitap olarak internette yayımlamış, daha
sonra baskı sürümünü piyasaya çıkarmıştır. Birçok yazar internet yayımcılığını
savunurken, Hasan Ali Toptaş sayfanın ağırlığını parmağında hissetmeyi seven,
kitabın altını çizmenin e-kitapta yapılamıyor olmasının bile basılı kitap
tercihinde bir neden olarak benimser. Pınar Kür de sanal yayımcılığa soğuk
bakanlardandır. Onca emek verilen bir şeye bir çırpıda ulaşmanın haksızlık
olduğunu düşünür. Bana göre de güzel olan sayfaları çevirebilmek ve kitabın
kokusudur. Kâğıda dokunmanın verdiği huzur hissi ve benim kitapla aramdaki
duygusal bağ ve tutkudur.
Bütün bunların yanı sıra, tüketim hızı
öyle bir noktaya gelmiştir ki, ne yazık ki yazar olabilmek artık reklam olduğu
zaman söz konusu olur haldedir. Geniş kitlelere ulaşmak iletişim ve pazarlama
tekniklerini kullanmakla mümkün olmaktadır. Yayınevinin maliyet giderlerine
katkınızın büyüklüğü oranında ve-veya bir kentin bütün ilan panolarını
kiralamışsanız, sizi ve ürününüzü tanıtacak bir menajeriniz varsa, televizyon
kanallarının her gün birinde yer alırsanız, büyük gazetelere kocaman ilanlar
verebiliyorsanız artık bir yazarsınız demektir. Neredeyse yazdıklarınız değil,
tanıtımınızdaki renklilik ve çeşitlilik hatta aykırılık sizi yazar yapmaktadır.
Popüler olmak gerekmekte bu da yazarla, Sibel Can, Dansöz Asena, Ankaralı
Turgut vs. arasındaki farkı neredeyse ortadan kaldırmaktadır. Önce popüler
olduğunuz kadar sizinle ilgilenilecek belki çok daha sonra ne yazdığınıza,
nasıl yazdığınıza bakılacaktır. Bütün bunları sağlayamıyorsanız veya
karşıysanız kimse sizi tanımak istemeyecek, bir kenarda kalmaya mahkûm
olacaksınız demektir.
Ödül içeren yarışmalarsa artık
inandırıcılığını yitirmiştir. İnci Aral, “Unutmak” isimli biyografik kitabında
yarışmalardaki ahbap çavuş ilişkilerini, ciddiyetsizlikleri ve torpil kavramını
sert bir şekilde gözler önüne sermekte, yayıncısının kendisinin haberi
olmaksızın gönderdiği bir kitabının dışında, hiçbir ödüllü yarışmaya
kitaplarını sokmadığından söz etmektedir. Öykücü derin bir umutsuzluk ve kaygı
içinde eser üretmektedir. Belki de bu kaygılardan dolayı günümüzde çoğalan
dergilerle “Dergi Öykücülüğü”nden söz edilmeye başlanmıştır. “Dergi Öykücülüğü
mü, Öykü Dergiciliği mi?” sorusu ise ayrıca araştırılması, incelenmesi gereken
bir konudur. Bir yandan özveriyle, üretimi destekleyen, yeni yazarlarla ve
öykülerle karşılaştırıcı fayda sağlayan öykü dergileri diğer yandan da
neredeyse sadece yazan kişilerle kısıtlı kalmıştır. Ulaşılan kitle zaten
öykünün içinde olanların, diğer içindekilerle buluşma noktası olmaktan öteye
gidememekte, okuyucu bütün çabalara karşın çemberin dışında kalmakta ve yine
tanıtım ve pazarlama sorunu karşımıza dikilmektedir.
Bütün bu olumsuzluklar içinde yine de
öyküler yazılmaktadır. Doğuştan gelen o yaratıcı dürtüye sahip olanlar yine de
yazmaktadır. Toplumun içinde olan biteni, yüreğinin içindekileri sessizce dışa
vurmaktadır. Tıpkı Aysel Y. Gökçelik gibi…
Gökçelik yaşadığı kentin her alanındadır
bir dönem… Aktivist ve muhalif yapısı O’nu, an gelir meydanlarda, yollarda, an
gelir açlık grevi yapanların, güçsüzün, ezilenin yanında yer aldırır. Uzun bir
gazetecilik dönemi de vardır Gökçelik’ in. Yazdıklarını ilk olarak gazetelerde
paylaşır. Sanat sayfası yönetmenidir. Damar Dergisi’nin Adana temsilciliğini
üstlenir. Gazete sayfaları yetmez olduğunda, TINI Edebiyat Dergisi’ni çıkarır,
yetmez yayınevini kurar, o da yetmez Tını Sanat Evi’ni sanatseverlerin
hizmetine açar.
Aysel Y.Gökçelik’ in şair kimliği, yazar
kimliğinin bir adım önünde olsa da aslında öykücülüğü çok daha eskidir. İlk
olarak Gönlüm Bir Deli Poyraz (1991) ve Bana Gözlerini Susma (1997) adlı şiir
kitaplarının yayımlanması Gökçelik’ in daha çok şair olarak tanınmasına neden
olmuştur. “Şiire sevdalı, öyküye vurgun” olarak kendini tanımlayan sanatçı
Ölmeyi Öğret Bana (1997, 2.Baskı 2005), Kanatılmış Karanfiller (2005) ve son
olarak Annemin Aynası (2009) isimli öykü kitaplarını yayımlar.
Sevim Yazar, Damar Dergisi’nin 144.
sayısındaki bir yazısında Gökçelik’ in şiir ve öykülerinden söz ederken, akıcı
anlatımı içindeki dil ustalığından dem vurur ve kalemini “Yürekli, içtenlikli,
sevgi dolu” olarak tarifler. Oysa yürekliliği yüreğini sızlatmaktadır Gökçelik’
in… Damar Dergisi 174. sayısı (2005) için Cemile Çavdar’ın kendisiyle yaptığı
röportajda içini dökmekte, sözünü sakınmamaktadır. Yazar olmanın hayal
kırıklığı ile eş anlamlılığını vurgulamakta, “Çok satan yazar” tanımını
eleştirmekte, belli kişi ve çevrelerce desteklenmediği, popüler kültürün içinde
yer almadığı sürece yazarın yok sayıldığından söz etmektedir. Oysa 1998’de,
Ölmeyi Öğret Bana adlı öykü kitabı, Orhan Kemal Öykü Ödülleri Yarışması’nda 3.
lüğe değer bulunmuştur. Bu konuda tek bir satıra rastlayamamasını yine popüler
kültürü reddetmesine ve edebiyat dünyasındaki ayrımcı yaklaşıma bağlar. Çok
satan yazarların tanıtımlarındaki dikkat çekmek adına yaptıkları aşırılıklardan
örnekler verir. Çok satmanın ölçü olmadığını verilerle anlatır Gökçelik.
Yayınevlerinin tutumlarını eleştirir. Derneklerin “Taşra” ayrımcılığına sitem
eder. Haklıdır da… Günümüzde de artarak devam eden bu çılgınca tüketmenin
etkileri edebiyata çoktan bulaşmıştır. Bir yazarın eserini bastırabilmesi için
popüler olması neredeyse şart olmuştur. Dernekler ve edebiyat çevrelerince
İstanbul’un dışında yaşamanın taşralılık olarak görülmesi ise artık bana göre
de çağdışı bir mantıktır. İletişim teknolojisindeki inanılmaz gelişim dünyayı
küresel bir köy yaparken, hala İstanbul dışında yaşıyor ve yazıyor olmaya
“Taşra” lı olarak bakılması ve küçümsenmesini anlamak olası değildir.
Aysel Y. Gökçelik de eserler üretip
unutulan ya da yok sayılan birçok öykücü gibi zaman zaman kırılsa da her şeye
karşın yazmaya devam eder. Zamansız Bir Mevsim (*) adlı öyküsünde ansızın
geliveren bir sevdanın çelişkilerinin arasına “…Bir gün her şey bitecek,
değişime uğrayacak evren. Bir başkası tutuverecek bıraktığımız yerden. Kavga
biter mi bilemem ama yüreğimin çatışması durulur: Topluma olan borcumun büyük
bir bölümünü ödemiş olurum.” diyerek kırgınlığını da usulca iliştiriverir
satırlarına… Her gün bakıp görmezden geldiğimiz insanları, farkında bile
olmadığımız kadın savaşları, kadının bazen güç aldığı bazen başkaldırmaya
ittiği erkeği yazar. Arka sokaklarda, evlerin pencerelerinin gerisinde olup
bitenleri, Akdeniz kentlerinin buğulu, sıcak caddelerini, göçe yenilmiş
insanların dramatik yaşamlarından kesitler aktarır.
Aysel Y.Gökçelik öykülerinde ön planda
olan kadın bazen kentli, bazen kırsalda karşımıza çıkar. Öykülerin sergilendiği
tablo ne olursa olsun, kentlerin ya da kırsal bölgelerin kenarda köşede kalmış,
itilmiş, hatta yok sayılan, görmezden gelinen kesimlerinden gösterilen insan
fotoğrafları kılıç gibi keskin bir kalemden süzülüp okurun yüreğini kanatan
yüzleşmeler sergiler. Geri plandaki erkek karakterler, kadın kahramanın
yaşamını -Çoğu zaman olumsuz yönde- şekillendirirken, biraz da kadın olmanın
gerektirdiği savaşçı, direnişçi, sorgulayıcı yanların ortaya çıkmasına neden
olur. Gökçelik, bazı öykülerinde kent kadınını konu ediyorsa da, emekçi ve
eylemci kadınla da ilgilidir. Töre kıskacındaki kadının acısını, hiçbir yerde
yazılı olmayan ama uyulması şart olan kuralların kahramanlarının çaresizliğini
çarpıcı bir şekilde yansıtır.
Aysel Y. Gökçelik’ in öyküleri öylesine
net resimlerle sunulur ki neredeyse sinema tadında sahneler resmedilir o
öykülerde… Nilgün (*) adlı öyküsünde; “Duvara fırlatılan bardaklarla
savrulan yaşamını yakalamaya çalışıyor. Tuzla buz olan kristal parçacıklarda
kendi yansımasının kırılarak çoğaldığını görüyor. Gözlerinin ya da dudaklarının
olmadığı görüntüler. Yarım, üçgen, beşgen yansımalar… Parmak uçlarıyla
dokunuyor cam kırıklarına. Okşuyor onları. Tek tek avucuna koyuyor. Coşkulanıyor.”
O’nun satırları cisimlere, görüntülere dönüşür, olaylar, insanlar gözünüzün
önünde şerit halinde akıp gider.
Gökçelik’ in kadınları ilk bakışta
yaşamın getirdiklerine boyun eğmiş gibi görünseler de, geri planda kaderine
karşı çıkışın, dayatılan kurallarla savaşmanın, ezilmeye başkaldırışın bazen
hüzünlü, bazen dramatik, bazen dehşetli örneklerini yaşar ve yaşatırlar.
Aşkın da sorgucusudur Aysel Y. Gökçelik.
Aşkın her hali bulunabilir O’nun satırlarında… Beklerken’ deki (*) gibi umutsuz
bir aşkın şiirsel dili olur: “Dışarıdan bakıldığında çağlayanların coşkusunu
andıran bir dünyayım. Suyun ritmik büyüsüne kapılan, güneş boyu süzülen bir
yelkenli… Gün kendini tüketirken benim coşkum da tükenir. Ona, o beklenene
doğru akamamanın acısı çavlanlaşır. Büyüdükçe acı, bilinmeyen denizlere doğru
sürüklenirim.” Anlatımındaki çarpıcılık ve keskin dili ister istemez yüzleşmeyi
getirir. İmgelerin güzelleştirdiği ama gölgeleyemediği gerçekçi anlatımı
kaçılan, korkulan, yok sayılanla sert ve kaçınılmaz yüzleşmeler yaşatır.
Günümüz öykücüleri arasındadır aslında
Aysel Y. Gökçelik… Aysel Y. Gökçelik, Çukurova’dan parlayan bir
"Kadın" yıldız. Yazmak için doğmuş, tıpkı kısa öyküde devrim yaratan
Catherine Mansfield gibi "Yazmak için yaşayan", yaşam enerjisini
yazmaktan alan bir anlatıcı. Kadının her halini yaşamış, bilen, gören,
duyumsayan bir bilge, bir usta.
Tarihin gözleri bir gün gerçeği görecek,
“Yatmadan Önce Yüz Fırça Darbesi” ile gerçek sanatı, popüler kültürün getirdiği
ile gerçek yazarı birbirinden ayıracak ve hak ettiği yere koyacaktır.
Dipnot:
Necip Tosun’un Günümüz Öyküsü ile ilgili
denemelerinden,
Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet.com.tr-
Kitap (6.temmuz.2007) e- Kitap yazısından,
İlkay Tuna, Tay Dergisi, Eylül-Aralık
2009 sayısında yayımlanan
Annemin Aynası’nda Parlayan Yıldız:
Aysel Y. Gökçelik yazısından yararlanılmıştır.
(*) Ölmeyi Öğret Bana, Aysel Y.Gökçelik,
Damar Yayınları, 2005 (2. Baskı)
(*) Annemin Aynası (Nilgün.sy 37), Zemge
Yayınları, 2009
(*) Annemin Aynası (Beklerken, sy 23),
Zemge Yayınları, 2009
(Söke Öykü Roman/ Adana’da Öykü, Roman/
Mayıs-Haziran 2010 sayısında yayınlanmıştır. )
www.mevsimsiz.net © 2010
YAŞAMIN AYNASINDAKİ KADINLAR
YAŞAMIN AYNASINDAKİ KADINLAR
Söze nereden başlamalı?
Kadın
analardan mı, emanet kadınlardan mı? Eksik eteklerden mi, saçı uzun aklı
kısalardan mı?
Bu ve
benzeri terimleri çoğaltmak mümkün. Sonuçta kadını ana, eş, sevgili gibi değil
de “kaşık düşmanı” olarak gören feodal yapı değişmedikçe, kadına
yakıştırılan sıfatlar da değişmeyecektir.
Cinsiyet
ayrımcılığı ana rahminde döl tuttuğu andan itibaren başlıyor. “Erkek adamın
erkek evladı olur” söylemi, kadını yok saymanın ifadesidir. Bu ifade süreç
içinde şiddete dönüşüyor.
Burada
şiddet dayak olarak değil, sözsel ve psikolojik baskı olarak çıkıyor karşımıza.
Kadın suçluluk duymaya başlıyor. Kendi kimliğinden utanıyor. Erkek çocuk
doğuramamanın sancılarını çekiyor.
Toplumun
geneline baktığımızda, eğitimsiz kadınlarımızın bu tür bir sorunla daha sık
karşılaştığını görüyoruz.
Bir de
güneydoğulu kadınların yüreklerine kazınmış bir “kara yazgı” dır sanki erkek
çocuk sendromu.
Sorunun
kromozomlarda olduğunu bilmeden dövünüp durur kadınlar. XX’in dişi, XY’nin
erkek olduğunu bilse sorun çözülecek.
Kromozomlardan
da anlaşılacağı gibi “Y” tek başına erkek olamıyor ne yazık ki. Dişi kromozomla
birleşince kendi kimliğine kavuşuyor erkek.
Tabi
burada bilimsel açıklamalara girişmeyeceğim. Erkek çocuk doğuramamanın
kadınların sorunu olmadığını vurgulamak istiyorum.
Hep
kadının eğitilmesinden söz ediyoruz.
Kadını
eğitmek için öncelikle erkeğin eğitimli olması gerekiyor. Akademik bir eğitim
değildir söz konusu olan. Gelenek, görenek ve töre üçgeninin dışına çıkabilmeyi
başarmış olan erkek zaten eğitimlidir. Kadını “insan” olarak
görebilmeyi başarmış erkek, ona hak ettiği saygınlığı kazandırmış
demektir.
Bugün
Türkiye’nin penceresinden baktığımızda, bu üçgenin dışına çıkabilmiş insanların
azınlıkta olduğunu görürüz.
“Neden-Sonuç”
ilişkisi ortada. Kadın bedeni üzerinden siyaset yapılabiliyorsa bu ülkede;
kadının namusu bir erkeğin namusu olarak kabul görüyorsa ve hala “iki bacak
arası” edebiyatı prim yapıyorsa; bu kadının güçlü olduğunun göstergesidir.
Erkek kadının gücünden korkuyor demektir. Hiçbir erkek çevresinde kendinden
daha akıllı ve daha başarılı bir kadına tahammül edemez.
Örnekleyelim
isterseniz: Ünlü matematik profesörü Sophie Germain.
Sophie
Germain, matematiğe ilgi duymuş biri olarak, alanında ün yapmış bir
üniversiteye girmek için başvurur. Çevresi çok geniş olmasına karşın,
sadece erkeklerin okuduğu bu üniversiteye alınmamıştır.
Sophie
German’ın matematik tutkusu ağır basar. Erkek kılığına girerek, başka birinin
adıyla kayıt yaptırır üniversiteye. Burada dehasıyla dikkat çekmiş; daha sonra
kadın olduğu anlaşılınca da pek ses çıkartmamışlar. Ömrünü matematik bilimine
adamış olan bu kadın, öldüğünde de erkeklerin kabusu olmuş. Öyle ki, mezar
taşına “işsiz” sözcüğünü kazımışlar.
Kadın
her koşulda ve her ortamda, fiziksel görüntüsünün aksine erkekten daha
güçlüdür. O nazenin görüntüsünün altından -yeri geldiğinde- bin kaplan gücü
çıkar ortaya. Toplumun ve erkek egemen sınıfın ona dayattıklarından, yani onu
görmek istedikleri yerde tutunmaktan vazgeçecek kadar cesurdur. Hırslıdır.
Kadın kimliğini ön plana koymadan (istisnalar kaideyi bozmaz), başarı
kapılarını tek tek açar. Ama karşısında acı bir gerçek var: Erkek egemen erk
onu yok sayıyor. Bu durumda toplumsal ve sınıfsal baskıya boyun eğmek zorunda
kalıyor.
Meclisteki
kadın sayısına baktığımızda azınlığın da azınlığı konumundalar. Konu mankeni
gibi duruyorlar. Yaşamın aynasındaki kadınların sesi olabilme
şansları var mı sizce?
Yani bu
coğrafyada kadın olmanın hiçbir ayrıcalığı yoktur. Dayatılanı yaşamak zorunda
bırakılıyor kadın.
Üçüncü
sayfa haberlerine baktığınızda, kadına yönelik şiddetin en üst noktaya
geldiğini görürsünüz. En önemlisi de töre ve namus cinayetleri…
21.
yüzyılda, teknoloji çağında hala bunlar yaşanıyorsa, ilkel çağlarda
yaşayanlardan daha gerideyiz demektir. En azından ilkel kabilelerde aile
kavramı daha güçlüydü. Kadının sözü erkeğin sözüne eşitti.
Yaşamın
aynasındaki kadınların, yürek aynalarında yeşerttikleri umutlarının, gün
ışığında boy vermesi umuduyla…
2 Aralık 2021 Perşembe
NEDEN YAZIYORUM?
NEDEN YAZIYORUM?
Ben yazmaya başladığımda ”neden
yazıyorum?” sorusunu sormamıştım hiç kendime. Böyle bir sorunun varlığından
haberdar değildim.
Dokuz-on yaşındaki bir çocuk neden
yazar? Onu yazmaya iten nedenler ne olabilirdi?
Şu an geriye dönüp baktığımda bu soru tüm yalınlığıyla
duruyor karşımda. O yaşlarda neden yazmaya başladığımı şimdi daha iyi
anlayabiliyorum.
Ben insanlardan kaçmak için yazmanın gücüne sığınmışım. Evet,
insanlardan kaçmak için. Kendimi sözlü olarak ifade edemediğim için.
Günümüzde buna “özgüven eksikliği” diyorlar. Bu söz doğru
olabilir ama altmışlı yılların sonunda özgüven eksikliğinin ne olduğunu
bilmiyorduk ki. Ne psikologla ne de pedagogla tanışmıştık. Anne terliği ve baba
bakışı yeterliydi kendimize gelmeye. İç içe geçmiş yaşamların hüküm sürdüğü
mahallelerde, en az altı çocuklu, kalabalık aile ortamlarında büyümüştük biz.
Ne okul servisimiz ne de özel arabamız vardı. Yağmur, çamur demeden, ayağımızda
lastik çizmeler okula yürüyerek gidenlerdendik. Özel ilgi yoktu hiçbirimize,
şımartılmanın ne olduğunu bilmezdik. Aile içinde benim gibi çıkıntı biri
olduğunda burnu kıvrılır, “icat çıkartma” denilip kıç üstü oturtulurdu.
Duygusallığınız başınıza bela olur, dış dünyayla bağınızı koparır ve kendi
içinize kapanırsınız. Ve günün birinde öfke patlamaları yaşarsınız. O yaşta
birilerine bağırıp çağırmak, kırıp dökmek istiyorsunuz. Çocuksunuz, bunları
yapacak olursanız üstüne dayak da yersiniz. Beklenmedik bir anda yazmanın
gücüyle tanışırsınız. İçinizi o ak kağıtlara dökmeye başlarsınız.
Ve işte ben yazmaya böyle başladım. Öfkemi, sevincimi,
coşkumu yazıyordum. Kimi şiir oluyordu yazdıklarımın kimi de öykü. Bunun
ayırımına varamıyordum henüz ama yazıyordum. Yazdıkça okuma gereği
hissediyordum. On dört yaşıma geldiğimde Ana, Suç Ve Ceza, Yüz Yıllık Yalnızlık
başucu kitaplarım olmuştu.
Hem okuyor hem de yazıyordum. Ama yalnızca kendim için
yazıyordum. Dışarıda bir hayat vardı ve durmadan akıyordu. Ekonomik ve siyasal
alanda verilen mücadele devam ederken yoksulluk ile yoksunluk arasındaki
uçurumun ayırımına varmaya başladım. Birden eylemlerin içinde buluvermişim
kendimi. Hak arayanların arasında pankart taşımışım. Ve her gün not düşüyordum
ajandama. Böylece günlüklerim oluşmaya başladı. Sadece bana ait yazılar.
Sonradan bunun “tarihe not düşmek” olduğunu öğreniyorum.
Seksenli yıllar kırılma noktasıydı. Yüreğimize postal izleri
kazındı. Kayıplar, ölümler ve de faili meçhuller soluksuz bırakıyordu beni ve
benim gibileri. Birikmiş acılar çığlık olup göğüs kafesini zorluyordu. Eylemler
zaman zaman sonuçsuz kalıyordu.
Bir şey yapmalıydım ama ne? Ve M.Ö. söylenmiş olan “söz uçar
yazı kalır” sözüne dayanarak yazdıklarımı, daha doğrusu yazacaklarımı paylaşma
kararı aldım.
Yaş otuz, yıl 1989 ve ben ilk olarak bir yerel gazetede “köşe
yazarı” olarak başladım yazmaya.
Sözün özü: Yaşadığınız coğrafyada toplumun acılarına duyarlı
bir yüreğiniz varsa buna ortak olmak için can atıyorsunuz. Bunu yazıyla,
müzikle, heykelle, karikatürle, resimle, tiyatroyla, sinemayla anlatmaya ve
aktarmaya çalışıyorsunuz. Ben de bu toplumun, kültüründen, kültür mozaiğinden
beslenen biri olarak acıda ve sevinçte ayna görevini üstlenmiş durumundayım.
Her zaman aynayı önce kendime sonra topluma tutarım. Çünkü insan önce kendine
bakmalı ondan sonra yargıda karar kılmalı.
AYSEL YENİDOĞANAY’A SORULAR / HUBAN ASENA ÖZKAN
AYSEL YENİDOĞANAY’A SORULAR
HUBAN ASENA ÖZKAN
AKSED SANAT DERNEĞİ ADINA 03 EKİM 2021’DE
HUBAN ASENA ÖZKAN İLE İNSTAGRAMDAN CANLI YAYINLA YAPILAN “SÖYLENECEK ÇOK ŞEY
VAR” SÖYLEŞİ METNİ
1-Aysel Yenidoğanay kimdir?
-Yaşadığınız/yaşadığımız
coğrafyada toplumun acılarına duyarlı bir yüreğiniz varsa buna ortak olmak için
can atıyorsunuz. Bunu yazıyla, müzikle, heykelle, karikatürle, resimle,
tiyatroyla, sinemayla anlatmaya ve aktarmaya çalışıyorsunuz. Ben de bu
toplumun, kültüründen, kültür mozaiğinden beslenen biri olarak acıda ve
sevinçte ayna görevini üstlenmiş durumundayım. Her zaman aynayı önce kendime
sonra topluma tutarım. Çünkü insan önce kendine bakmalı ondan sonra yargıda
karar kılmalı.
Bu
durumda Aysel Yenidoğanay, akan hayatın içinde varolmaya çalışan ve çağına
tanıklık etmeye çalışan bir yazar, bir anne, bir eş konumundadır.
2-Ülkemizde yazar olmanın sıkıntıları
nelerdir? Sizin gözünüzden değerlendirildiğinde ne gibi sıkıntılar var?
-Ülkemizde
yazar olmak, iyi bir okur kitlesine ulaşmak açısından başlı başına sıkıntı
zaten. Hele bir de muhalif bir yazarsanız, okur daha bir temkinli yaklaşıyor
size.
Bunun
dışında yayınevi sorunu yaşıyor yazar. Çok tanınmamış ve çok ödüllü bir yazar
değilseniz, ağzınızla kuş yakalasanız, holdingleşmiş yayınevleri kitabınızı
basmıyor. Yani kitabınızın çok ve de yok satabilmesi için çok çok ünlü biri
olmanız gerekiyor. Ne yazdığınızın önemi yok, üç günde “best seller” olur
kitabınız.
Ben
bunu çok da sorun etmedim. Hep küçük ve de insana değer veren yayınevleriyle
çalıştım. Şu an İzan Yayınlarından çıktı son iki kitabım. 2022 yılında daha
önce yayınlanmış olan dört öykü kitabımın da yeni baskıları çıkacak aynı
yayınevinden.
3-İyi bir yazar olmanın kriterleri var
mdır?
-Yazarlığın
belli kriterleri yoktur. Öncelikle yazar olmaya karar veren kişinin çok iyi bir
okur olması gerekiyor. Şiir, öykü, roman, felsefe ve düşünce ağırlıklı kitaplar
okumalı. Ve her gün düzenli olarak günlük tutmalı. Ayrıca güncel olayları takip
etmeli. Ve bir yazar hangi konuda yazmak istiyorsa iyi bir gözlemci olmak
zorunda. İnsan bilmediği bir konuda yazmaya kalkarsa, sonuç hüsran olur.
4-Sizin için Tiyatro ne demek?
Sahnedeyken neler hissediyorsunuz? Bir rolü oynarken sadece role mi
odaklanıyorsunuz yoksa karakteri kendinizle bütünleştiriyor musunuz? Bunun
ayrımını nasıl yapıyorsunuz?
-Bir
insan sahne tozu yutmadan tiyatro sevgisi ne demek anlayamaz.
Tiyatro
benim için nefes almak gibi yaşamsal bir olgu.
Doksanlı
yıllarda Nazım’ın şiirlerini okuyarak başladım sahne almaya.
Epik
tiyatro yapıyordum. Her şey bir oyundu ama hayatın gerçeklerini aktarıyordum.
Sahnedeyken siz olmaktan çıkıyorsunuz. Oynadığınız rolle bütünleşiyor ve rol
kişisiyle bütünleşiyorsunuz. Sahneden indiğiniz anda rolden çıkmak
zorundasınız, çünkü bir sonraki oyunda başka bir karakter olacaksınız.
Tiyatroyu bir yaşam biçimi olarak içselleştirmişseniz, karakter ve ben
ayırımını kolaylıkla yapabiliyorsunuz.
5-Motivasyon koçu olarak da tanıyoruz
sizi ve bu alanda atölyeler yaptığınızı biliyoruz. Bu alan oldukça geniş. Sizin
uzmanlık alanınız nedir? Reiki, Acsess yada başka bir dalı Vs. Bu konuda biraz
bilgi alabilir miyiz?
-Öncelikle
şunu vurgulamak isterim; reiki ve accses hakkında bilgi sahibiyim ama benim
uzmanlık alanımda değil.
Reiki
fiziksel, ruhsal ve zihinsel anlamda enerji aktarımı çalışmasıdır. Bloklanmış
enerjiyi çözüme kavuşturmak adına yapılan bir çalışma.
Accses’deki
çalışma biraz daha farklı: Kafamızda bulunan 32 noktaya hafif dokunuşlarla
bilinçaltı temizliği yapılan bir çalışmadır.
Motivasyon
çalışması her ikisinden de çok farklı.
Motivasyon
atölye çalışması, kişinin kendinde var olan ve farkında olmadığı yeteneklerinin
ortaya çıkmasını sağlıyor. Motivasyon koçluğu burada devreye giriyor; ortaya
çıkan yeteneğin, süreç içinde hayata geçirmek için izlenecek yol ve yöntemler
üzerinde fikir üretiyor ve çözümler üzerine çalışıyoruz.
6-Başak ve Nevre kitabınızdan bahseder
misiniz? Kurgusu ve kitabın çıkış amacı hakkında biraz bilgi alabilir
miyiz?
-Başak
Ve Nerve, şiddete ve tacize maruz kalmış iki genç kadının romanı. Aslında
“ölmek istemiyorum” diyen kadınların, hayatta kalabilme mücadelesini anlattım.
Gerçek
bir olaydan yola çıkarak kurgulanmış bir romandır Başak ve Nerve. Yazarken bir
amaca hizmet etmek düşüncesiyle başlamıyorsunuz kurguya. Sadece olaylar ve
günümüzde yaşananlar var kafanızın içinde. Sona doğru yaklaşırken şöyle
diyorsunuz: Hayatı olduğu gibi değil, olmasını istediğim şekilde anlatmalıyım.
Başak Ve Nerve’de bunu başardığımı söyleyebilirim. Başardığım kanısına da
kitabı okuyanlardan gelen olumlu tepkiler sonucunda vardım.
7-Genellikle yazılarınız kadına şiddet
ve kadın cinayetleri hakkında. Bu konuda söylenecek çok şey var ama siz kısaca
neler söylemek istersiniz?
-köşe
yazılarımdan birine “KEŞKE” diye başlık atmıştım. Oradan bir bölüm aktarayım
size:
“Keşke Pınar Gültekin, Cemal Metin Avcı’yla hiç
tanışmamış olsaydı.
Keşke İpek Er, Musa Orhan’a sığınmasaydı.
Keşke, Kadir Şeker tutuklanmasaydı ve onun
gibiler çoğalsaydı.
Keşke, sevgiye en çok ihtiyaç duydukları dönemde
kızlarını öldüren babalar olmasaydı.
Keşke, çocuğunun gözü önünde öldürülen anneler
olmasa.
Keşke, boşanma aşamasında olan kadınlar, eski
kocalarıyla son buluşmaya gitmese.
Keşke erkek çocuklar anne katili olmasa…
Bu keşke’ler uzayıp gider daha.”
Yalnızca Türkiye’de değil dünyanın her yerinde
yüzlerce, binlerce, milyonlarca kadın şiddet görüyor, taciz ve tecavüze uğruyor
ve sonunda öldürülüyor.
Şiddet gösteren erkeğin eğitimli ya da eğitimsiz
olması sonucu değiştirmiyor. Bu sonucu değiştirecek tek şey, adalet kavramının
kadınlardan yana işlemesidir. Kadınları koruyan bir yasa olmalı. Şiddet
uygulayana ve öldürene ciddi cezai yaptırımlar uygulanmalı. Ve en önemlisi
İstanbul Sözleşmesi’nin maddeleri hayata geçirilmeli. Yasalar koruyucu olmadığı
sürece kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri son bulmayacaktır.
8-Bazı kitaplarınızda Aysel
Yenidoğanay, bazılarında Aysel Yenidoğanay Gökçelik, bazılarında ise Aysel Y.
Gökçelik imzalarını görüyoruz. Bunun özel bir sebebi var mı?
-Özel
bir sebep kocam! Yazarlık yaşamım evlenmeden çok önce başlamıştı.(Ben kocayı
geç buldum.) Evlendikten sonra eşime jest yaptım ve onun da soyadını ekledim.
Bir süre sonra soyadım, Kızılderili isimleri gibi uzun gelmeye başladı. Bende
Gökçelik’i attım Yenidoğanay’la devam ettim. 2012 yılından sonra “Sıfırdan
Başla Mucize Sensin” kitabım yayına hazırlanırken son anda kendi soyadımı
kullanmaya karar verdim. Çünkü Yenidoğanay hep yeni başlangıçları simgeliyor.
Ruhuma da çok uygun olduğunu düşünüyorum.
9-Ankara Kültür Sanat Derneği ile
tanışmanız nasıl oldu? Aksed hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
-Ankara
Kültür Sanat Derneği ile sosyal medya aracılığıyla tanıştım. Dernek başkanı
Mustafa çelebi Çetinkaya aracılığıyla oldu. Telefonla konuştuk. Pandemi nedeniyle
yüz yüze görüşme olanağımız olmadı ama sizin gerçekleştirdiğiniz söyleşileri ve
Salıyı Sallayan Şiirler programını izliyorum. Çalışmalarınızı yine sosyal medya
aracılığıyla takip ediyorum. Emeği geçen herkesin yüreğine sağlık. Dernek
üyelerinin ekip bilinci yüksek; kutluyorum onları. Başarılarınız daim olsun.
10-Gelişen ve ilerleyen teknoloji
çağının ve özellikle iletişim araçlarının edebiyat üzerinde etkileri olduğunu
düşünüyor musunuz?
-Günümüz
teknolojisi bilinçli kullanıldığında harikalar yaratıldığını görüyorum.
Özellikle pandemi sürecinde teknoloji yaşamımızı kolaylaştırdı. Online
eğitimden tutun da konser, müzik,
tiyatro, söyleşi vb. birçok etkinliği evimize taşıdı. Bu edebiyat alanı için de
geçerli. Okuyucu-yazar buluşmaları teknoloji sayesinde gerçekleşti. Beni en çok
mutlu eden şey, bu iki yıllık süreçte internet kitapçısından sipariş edilen
kitaplar. Bu açıdan bakıldığında edebiyat adına olumlu etkiler bıraktığına
eminim.
11-İzleyenlerimiz siz nasıl takip
edebilir, kitaplarınıza nasıl ulaşabilirler?
-Çağımız
iletişim çağı. Sosyal medya en etkin alan. Aysel Yenidoğanay yazdıkları zaman
beni bulmaları kolay. Eklesinler, mesaj atsınlar, soruları varsa yazsınlar;
mutlaka dönüş yapıyorum. Kitaplarıma gelince; şu an raflarda olan kitapları internet
kitapçılarından sipariş verdiklerinde iki gün içinde ellerine geçecektir.
Olmayanlar da yeni baskılarıyla 2022 yılında raflardaki yerini alacak; burdan
da duyurusunu yapmış olayım.
12-Son olarak bize neler söylemek
istersiniz?
-Öncelikle
Ankara Kültür Sanat Derneği’ne konuk olarak beni ağırladıkları için teşekkür
etmek istiyorum. Ve tabi ki en büyük teşekkür size; bu güzel söyleşiyle yazar
ve okuru buluşturduğunuz için.
Son
olarak eklemek istediğim bir şey var: 16 Ekim’de Ankara’da olacağım. İzan
Yayınlarının YAZAR-OKUR buluşmalarına katılacağım.
anlamını
yitirmiş her şey
susarak
konuşuyoruz
toprak
kokusuna hasret yüreğimiz
bahar gözlü
çocukları susuyoruz
yıkımlar
üzerine inşa ettiğimiz
parsellenmiş
hayalleri susuyoruz
çığlığımız
bize yabancı
çürümüş yaşamları susuyoruz