23 Eylül 2013 Pazartesi

EYLÜL



EYLÜL…



Eylül…
Günün gong sesiyle eşitlendiği saatlerdeyim. Kırk yaşım saniyelerle akıp gidiyor. Sarı bir hüzün kaplıyor içimi. Yarı sararmış yaprakların can çekişimini yaşıyorum. Tanımsız bir boşluk dolanıyor yürek evimde… Kızım, kimbilir hangi rüyanın –düşün- beşiğinde sallanıyordur şimdi. Kocam –arkadaşım, sevgilim- bana sarılmışlığın erinciyle dalmış uykuya. Usulca sıyrılıyorum o kollardan. Mutfağa gidip su içiyorum. Midem kazınıyor. Bir şeyler yemek için dolabı açıyorum. Vazgeçiyorum sonra. Oturma odasına yöneliyorum. Işığı yakmadan oturuyorum bir süre. Bir baykuş ötüyor uğurlu sesiyle. (Bu sevimli yaratıkların uğursuzluğuna inanmak hangi mantıkla açıklanabilir?) Ağustos böceklerinin neden ötmediğini düşünüyorum. Bir sivrisinek vızıltısı anımsatıyor bana: Eylül yarılamış kendini, beni de yaralamış…
Eylül…
Doğanın renk değişimiyle yeni doğumlara kucak açan ölümün diğer adı. Acıyla sevincin iç içe örüldüğü uzun bir yolun başlangıcı…
Kırk yaşımı alıp uzun yolculuklara çıkma zamanıdır. Sarı bir hüzün doldurmalıyım çantanın birine, diğerine sevinçler, umutlar… Aşk yüreğimde kalmalı, eylemler yedeğimde. Onsekiz yaşım tutturmalı: Ben de geleceğim! –Gençlik bardakta unutulmuş soğuk çay gibi, sıcaklığının tadına varmadan uçup gitti.- Şu an onunla yolculuğa çıkmak tehlikeli.
Yirmibir yaşımdan kısa bir süre önce ‘darbe’ çaldı kapıyı: Kitaplarını, umutlarını, düşlerini ve düşüncelerini ver de öyle çık yola! Düşlerimi ayışığına sarmaladım. Karanlığa savurdum düşüncelerimi. Ve teslim ettim kitaplarımı eylülcülere… Umut, avuçlarımda filizlenen karanfil; her mevsim açmayı öğrendi…
Işığı yakıyorum. Kaç gündür elimin altında olup da okumaya fırsat bulamadığım – ya da kendimi sarı hüzün yolculuğuna uğurladığım için- bir dergiyi (Varlık, eylül 2000) karıştırmaya başlıyorum. Gelişigüzel bakıyorum başlıklara. Hızlı hızlı atlıyorum sayfaları. Ve başa dönüyorum yeniden. Gece şafakla kucaklaşmak üzere. Bense “Selin’le Yolculuklar”a çıkmışım…
“Yaprakların inanılmaz güzel renklerde kızarıp sararak eşlik ettiği sonbaharın sunduğu lezzetli olgunluğu, bütün bir yılın en bilge saati olarak algılayıp keyfini çatmak varken, insanların büyük bir kısmının Sonyaz bunalımı yaşamasını bir türlü kavrayamazdım.” (1) tümcesine takılıp kalmışım. Ve arkasından gelen “yaşlanma korkusu” tanımı…
Gerçekten yaşlanma korkusu muydu eylülle hüznümü bütünleştiren? Sonyazı doyasıya yaşayamamın nedeni bu muydu? Hayır, yaşlanmak korkutmuyor beni. “Semboller dünyasındaki korku ve endişeler”i (2) eylülün suçudur, deyip kaçış yoluna da gitmiyorum. Yapmak istediğim onca şey varken, yaşamın içindeki dayatmalardan korkuyorum. Yazdıklarımın ve yazacaklarımın havada asılı duran baloncuklara dönüşmesinden ve an gelip onların sönmesinden korkuyorum. Eylülün postal izleri duruyor kitaplarımda. “F Tipi” yaşamın ayak seslerini duyuyorum. Umutla umutsuzluğun arasında sıkışıp kalmışım. Sonyazın bu ilk ayı, kendi doğum günümün sembolü olmaktan çok, taptaze filizlerin ezildiği, “asmayalım da besleyelim mi” lerin çoğaldığı sürek avının başlangıcını çağrıştırıyor. Ve en önemlisi toplumsal edilginlikten korkuyorum…
Şafağın koynuna girdi gece: Merhaba yeni yaşım!
Ay solgun bir çiçeği andırıyor: Hoşça kal umutsuzluk…
Eylülü söküp atamam ömrümden. Ama onu sevmeyi öğrenebilirim…20 eylül 2000 
(  20 eylül 2000'de öyle hissediyordum şimdi de öyle...)



(1-2) Buket Uzuner’in “Selin’le Yolculuklar”
Yazısından.(Varlık, eylül 2000)








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder