EYLÜL…
Eylül…
Günün gong sesiyle eşitlendiği
saatlerdeyim. Kırk yaşım saniyelerle akıp gidiyor. Sarı bir hüzün kaplıyor
içimi. Yarı sararmış yaprakların can çekişimini yaşıyorum. Tanımsız bir boşluk
dolanıyor yürek evimde… Kızım, kimbilir hangi rüyanın –düşün- beşiğinde
sallanıyordur şimdi. Kocam –arkadaşım, sevgilim- bana sarılmışlığın erinciyle
dalmış uykuya. Usulca sıyrılıyorum o kollardan. Mutfağa gidip su içiyorum.
Midem kazınıyor. Bir şeyler yemek için dolabı açıyorum. Vazgeçiyorum sonra.
Oturma odasına yöneliyorum. Işığı yakmadan oturuyorum bir süre. Bir baykuş
ötüyor uğurlu sesiyle. (Bu sevimli yaratıkların uğursuzluğuna inanmak hangi
mantıkla açıklanabilir?) Ağustos böceklerinin neden ötmediğini düşünüyorum. Bir
sivrisinek vızıltısı anımsatıyor bana: Eylül yarılamış kendini, beni de
yaralamış…
Eylül…
Doğanın renk değişimiyle yeni
doğumlara kucak açan ölümün diğer adı. Acıyla sevincin iç içe örüldüğü uzun bir
yolun başlangıcı…
Kırk yaşımı alıp uzun
yolculuklara çıkma zamanıdır. Sarı bir hüzün doldurmalıyım çantanın birine,
diğerine sevinçler, umutlar… Aşk yüreğimde kalmalı, eylemler yedeğimde. Onsekiz
yaşım tutturmalı: Ben de geleceğim! –Gençlik bardakta unutulmuş soğuk çay gibi,
sıcaklığının tadına varmadan uçup gitti.- Şu an onunla yolculuğa çıkmak tehlikeli.
Yirmibir yaşımdan kısa bir süre
önce ‘darbe’ çaldı kapıyı: Kitaplarını, umutlarını, düşlerini ve düşüncelerini
ver de öyle çık yola! Düşlerimi ayışığına sarmaladım. Karanlığa savurdum
düşüncelerimi. Ve teslim ettim kitaplarımı eylülcülere… Umut, avuçlarımda
filizlenen karanfil; her mevsim açmayı öğrendi…
Işığı yakıyorum. Kaç gündür
elimin altında olup da okumaya fırsat bulamadığım – ya da kendimi sarı hüzün
yolculuğuna uğurladığım için- bir dergiyi (Varlık, eylül 2000) karıştırmaya
başlıyorum. Gelişigüzel bakıyorum başlıklara. Hızlı hızlı atlıyorum sayfaları.
Ve başa dönüyorum yeniden. Gece şafakla kucaklaşmak üzere. Bense “Selin’le
Yolculuklar”a çıkmışım…
“Yaprakların inanılmaz güzel
renklerde kızarıp sararak eşlik ettiği sonbaharın sunduğu lezzetli olgunluğu,
bütün bir yılın en bilge saati olarak algılayıp keyfini çatmak varken,
insanların büyük bir kısmının Sonyaz bunalımı yaşamasını bir türlü
kavrayamazdım.” (1) tümcesine takılıp kalmışım. Ve arkasından gelen “yaşlanma
korkusu” tanımı…
Gerçekten yaşlanma korkusu muydu
eylülle hüznümü bütünleştiren? Sonyazı doyasıya yaşayamamın nedeni bu muydu?
Hayır, yaşlanmak korkutmuyor beni. “Semboller dünyasındaki korku ve endişeler”i
(2) eylülün suçudur, deyip kaçış yoluna da gitmiyorum. Yapmak istediğim onca
şey varken, yaşamın içindeki dayatmalardan korkuyorum. Yazdıklarımın ve
yazacaklarımın havada asılı duran baloncuklara dönüşmesinden ve an gelip
onların sönmesinden korkuyorum. Eylülün postal izleri duruyor kitaplarımda. “F
Tipi” yaşamın ayak seslerini duyuyorum. Umutla umutsuzluğun arasında sıkışıp
kalmışım. Sonyazın bu ilk ayı, kendi doğum günümün sembolü olmaktan çok,
taptaze filizlerin ezildiği, “asmayalım da besleyelim mi” lerin çoğaldığı sürek
avının başlangıcını çağrıştırıyor. Ve en önemlisi toplumsal edilginlikten
korkuyorum…
Şafağın koynuna girdi gece:
Merhaba yeni yaşım!
Ay solgun bir çiçeği andırıyor:
Hoşça kal umutsuzluk…
Eylülü söküp atamam ömrümden. Ama
onu sevmeyi öğrenebilirim…20 eylül 2000
( 20 eylül 2000'de öyle hissediyordum şimdi de öyle...)
(1-2) Buket Uzuner’in “Selin’le
Yolculuklar”
Yazısından.(Varlık, eylül 2000)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder