8 Eylül 2020 Salı

DÜŞLE GERÇEĞİN İÇ İÇE GEÇTİĞİ MEKAN: ALİ ABİ’NİN YERİ

 


                                                     





















 

Bazı mekanlar vardır kapıdan içeri girdiğiniz anda sarıp sarmalar sizi. Kokusu, havası, dokusu başınızı döndürür. Beton yığınları arasında kaybolmuş gibi duran bu mekanda   geçmişten günümüze uzun bir yolculuğa çıkarsınız. İçinizde yarım kalmış ne varsa canlanır yeniden ve iç sesiniz harekete geçer: Beni burada unutsalar ve bir film sahnesinde birlikte olsam mekanın gerçek sahipleriyle…

Evet, Ali Abi’nin yerinden bahsediyorum. Bilenlere sözüm yok, bilmeyenlere açık adres: Milas Ahmet Çavuş Hayıtlı mahallesinde kendine özgü bir mekan. Bahçe katı, çekme kat ve bodrum katı olarak hizmet veriyor.

Açılış saati: Uyanınca

Kapanış saati: Sıkılınca

 Egonuzdan arınarak girmelisiniz buraya. Çünkü burada hiç kimsenin hiç kimseye üstünlüğü yok. Kısık müzik eşliğinde kısık sesle konuşarak doğanın sesini duyabilirsiniz. Sunulan her ürün doğal. Kahvaltıya veya yemek yemeye gelinmez buraya, keyif yapmak için gelinir. Mekanın gerçek sahipleri sinema emektarlarının geçmişten günümüze yansıyan görüntülerini görmeye gelinir. Ninelerimizin, annelerimizin çeyizinden kalanları görmeye gelinir. Dedelerimizin, babalarımızın duvarda asılı kırmalarını görmeye gelinir. Eski radyolar, gramofonlar, bakır kazanlar, tencereler ve tek tek sayamayacağım yüzlerce antika ürün…

Burada beni en çok etkileyen modern ve klasiğin bağırmadan iç içe geçmiş olması. Bir de yeni neslin adını dahi bilmediği sinema sanatçılarının duvardaki ‘resmi’ geçitleri…

Şanslıysanız Ali Abi o gün mekanda olur ve onunla sohbet edebilirsiniz. Mekanın açılış hikayesini anlatır size. Bir hayalden müzeye dönüşme aşamasına gelen masal tadında bir hikaye…

Ben ne kadar anlatırsam yine de eksik kalır bir şeyler. En iyisi sizin gidip görmeniz. Geç kalmış sayılmazsınız. “Görülmesi gereken yerler” listenize ekleyin. Ve mutlaka dibek kahvesi için. Tadı damağınızda kalacaktır eminim. Kahve fincanının tabağında gelen uğur böceğini de almayı unutmayın…

 

 

 

 

 

22 Temmuz 2020 Çarşamba

BEN ARTIK KATİLİMLE YAŞAMAK İSTEMİYORUM!


Dünya denilen gezegen cehenneme mi döndü yoksa insan denilen canlı mı onu bu hale getirdi? Ya da biz insan olduğumuzu bilmeden hep bir cehennemin içinde mi yaşıyoruz/yaşıyorduk?

Ben, bütün bu yaşananların/yaşadıklarımızın bir illüzyon olduğunu düşünüyorum. Hiçbirinin gerçek olmadığını, gözümü kapatıp açtığımda her şeyin normal akışına döneceğine inanmak istiyorum.

Olmuyor işte, ne yapsam olmuyor; her gün doğumunda yeni acılara tanık oluyorum.

Acı her geçen gün bıçak olup yüreğime saplanıyor. Öldürülen her kadınla bir parçam ölüyor. Özgecan oluyorum, Münevver oluyorum, Emine oluyorum, Fatma oluyorum, Ceren oluyorum, Pınar oluyorum ve öldürülen her kadın ben oluyorum…

Çığlığım kendime yabancı. Sesimi duyan yok. 

Kalabalıklar içinde yalnız ve bir o kadar çok.

Suçumuz: Aşık olmak!

Ve biz celladımıza aşık olduğumuzu bilmeden mutluluktan kahkahalar atıyoruz.

“Sevgi şifadır. Sevgi güçtür. Sevgi değişimin mührüdür.” der Mevlana.

Biz şifalandığımızı düşünürken,  gücü “iktidar” olarak algılıyor aşık olduğumuz kişi. Egemenliğini ilan ediyor bedenimizin üzerinde. Aşk denilen kavramın içi boşalmaya başlıyor. Uçsuz bucaksız gibi görünen dünyanın bir köşesinde sıkışıp kalıyoruz. “Ölmek istemiyorum!” çığlığı boşlukta yankılanıyor.

Celladımın öldürme şekli fark etmiyor: Boğarak, döverek, yakarak, bıçaklayarak, kurşunlayarak, ezerek, doğrayarak, yükseklerden atarak… Sayayım mı daha? Yüreğiniz kaldırmadı değil mi? İşte ben her gün bu şekilde ölüyorum/öldürülüyorum. Hem de beni sevdiğini haykıran adam tarafından. 

“Adam” diyorum; oysa ne adamlıktan ne de insanlıktan nasibini alamamış, varlığı gereksiz bir yaratık. Yenidünya düzeni ile birlikte mantar gibi türeyen ve “hep benim olsun” mantığıyla hareket eden doyumsuz yaratıklar.

Bu yaratıklardan kendini soyutlamış adam gibi adamlara sesleniyorum: Lütfen kadınların çığlığını duyun artık. Sizler birleşirseniz yaratıkların gücü azalır ve kadınların şen kahkahaları geri gelir. Bu dünya, doğanın dengesi gibi kadınıyla, erkeğiyle bir bütün. Denge bozulduğunda döngü değişir.

Ben artık katilimle yaşamak istemiyorum!

Ölmek istemiyorum! Ölmek İstemiyorum! Ölmek istemiyorum!

 

Ve çocuklar; “dünyanın bütün çiçekleri”* annelerinin kaderini yaşıyorlar.

Koklamaya kıyamadığımız, canımızdan can verdiğimiz çocuklar; şiddete maruz kalıyorlar. Cinsel istismara uğruyorlar. Ensest ilişki kurbanı oluyorlar. Cehennem değil de nedir bu? Biz hala nasıl gülebiliyoruz? Nasıl yemek yiyebiliyoruz? Kaç çocuğun daha intihar etmesini bekleyeceğiz? İntihar etmeyen çocukların ruhunda açılan yaralar geçer mi sizce?

Bu çocuklar bizim/hepimizin; dokunmayın onlara! Çekin o pis ellerinizi çocukların üzerinden. O pis düşüncelerinizi ve zehir saçan dilinizi de çekin.

 “Bir kereden bir şey olmaz” veya “ruhen yaralanmamıştır” denilip, hasta ruhlu faillere mahkemelerde iyi halden ceza indirimi uygulayan hakimler; sizin çocuğunuz yok mu? Akşam başınızı yastığa koyduğunuzda, vicdanınız rahat ediyor mu?

Çocuk ve tecavüz aynı cümlede yer alıyorsa kıyamet kopmalı.

Çocuk istismarının affı olmaz, olamaz, olmamalı!

 

*Ceyhun Atıf Kansu

 

                                                                         

 

 


15 Nisan 2020 Çarşamba

EMANET/ ÖYKÜ










EMANET

Gecenin içinden geçiyordu. O ürkütücü, kendi yalnızlığında hüküm giymiş, terkedilmiş gibi görünen gecenin…
Biliyordu, yalnız değildi gece. Fahişeler girerdi koynuna usulca. Evsizler yorgan yapardı onu, yolcusuz durakların banklarında. Adı ‘tinerci’ olan çocuklar gizlenirdi kuytularında. Ve düzenin koruyucuları ‘asayiş’i sağlardı kentin tüm giriş çıkışlarında. Sabahın sisi dağılıpta çokkatlı binaların tepelerinden süzülünce güneş, unutulurdu gece ve tüm yaşananlar…
Gecenin bilinmezliğine doğru ilerlerken korkuyordu. Kendi adımlarından ürküyordu. Arkasına bakıyordu arada bir. Ya bir tinerci çocuğun saldırısına uğrarsa? Ya bir polis arabası duruverirse yanı başında? Ya ‘piyasaya çıkan’ biri sanırlarsa onu? Evle fabrika arası bu kadar uzun muydu? Soluksuz kalmıştı sanki. İstem dışı, gözünün altındaki morluklara uzandı parmakları. Acı, eski bir dost gibi gelip yüreğine oturdu. Aynalara yasaklı yüzünü başındaki örtüyle gizlemeye çalıştı.
Işıklı bir denizi andırıyordu D 400 karayolu. Yakınlaşıp uzaklaşan araçların farları, suların üstünde oynaşan yakamozlar gibi süzülüyorlar asfalta. Yol boyunca uzanan turunç ağaçlarının, tozla karışık savrulan kokusu doluyordu ciğerlerine. İçinden habire söyleniyordu: Korkacak bir şey yok! Yok aslında bir şey! Üst geçide az kaldı. Az kaldı yolun karşı tarafına geçmeye…
Üşüyordu. Kazakları, çorapları üst üste giyinmişti, yine de üşüyordu. Kızının zeytin karası gözleri düştü usuna. Sıcacık oldu yüreği. Bu dünyada temiz olan tek şey o. Öylesine masum, öylesine korunmaya muhtaç… Onu, gecenin kirli ellerine bırakıp gelmek işkencelerin en büyüğü… Sıcaklığına sarındığı görüntü paramparça oldu… Kızı uyanmış mıdır? Ağlama krizine tutulmuş mudur yine? Sızıp kalmıştır baba bir köşede, duymaz ki sesini. Duysa da basar tokadı: “Ne zırlıyon gecenin bir vakti? Anası kılıklı şey! Zıbarsana’””
Coşku, bayramlık giysileri oluyordu gündüz vardiyasında. Baba eve erken gelmediğinden akşamların tamamı kendilerine kalıyordu. Gece kızını koynuna alıp masallar anlatıyordu; sonu mutlu biten masallar…
Evi yakın olanlara fabrikanın servisi yoktu. Gündüz neyse de gece zor oluyordu. Kadınlar ya babaya tutunuyorlardı ya da kocaya. Bir de kendi gibi hiçbir dala tutunamayanlar vardı. Kocanın varlığı içkiliyken belli ediyordu kendini. “Avansı sağlam istiyorum. Kuruşu eksik gelirse olacakları sen düşün!” kahve köşelerinden çıkmayan, ganyan bayilerini dünyanın merkezi sayan, her çekiliş öncesi lotodan trilyonlar kazanan, kurduğu düşlerle dünyayı fetheden bir koca ne işe yarar? Kaç kez ayrılmayı denedi, olmadı. Bıçakla yürüdü üzerine. Tekme tokat sokağa attı. “Sıkıyorsa boşan da görelim. Ulan seni de boğarım kızını da! O senin kızın zaten, ben bilmiyor muyum? Kim bilir kimden peydahladın onu? Vardiya orospusu n’olacak!”
Baba evine de gidemiyordu. “Törelerimize göre, baba evinden gelinlikle çıkarsa bir kız, namusunu kocasına emanet etmiştir. Kefensiz geri dönüşü olmaz. Ölmeden diri diri mezara mı gömeceksin bizi? İki paralık mı edeceksin şerefimizi?”
Önce babama emanetmiş namusum, sonra kocama. Kendi namusum niye soruluyor ki onlardan? Bir başka erkeğe açılmıyorsa bacaklarım, kocamın korkusundan mı? Aşk nedir, sevgi nedir bilmediğimi mi sanıyorlar?
Emanet! Emanet! Emanet! Kusmak istiyordu. Ya kızının namusu? O kime emanetti? Çatlamak üzereydi başı. İç konuşmalarının önüne geçemiyordu. Dayağa ve parasızlığa ne kadar dayanabilir insan? “Sıkma canını, bak ekonomik özgürlüğün var. Boşa kocanı, al kızını yanına, o kreşe sen işe gül gibi geçinip gidersiniz. Ev de senin adınaymış zaten.”  Değil, ev benim adıma değil. Ne var ne yok hepsi onun adına. Bankaya ipotekli ev. Taksitleri ödenmiyor, icranın gelmesi yakın. Atılmamız an meselesi. Maaşımdan başka bir yatırımım yok. Yok işte yok! Adam ölüm tehditleri savuruyor durmadan. Kendi canım neyse de kızımın gül tenine nasıl kıyarım? Ölmez de sakat kalırsam daha bi acı çekmez miyim? Yok, yok, sağ bırakmaz bu adam, ikimizi de öldürür. Belki öldürmez de işkence eder hep. Elindeki kaynağı kurutur mu hiç? Ben altılı ganyan kuponuyum. Ben sayısal loto kuponuyum. Ben beş artı birim. Ben iddiayım. Ben… Ben…
Ah gece… Alabildiğine aydınlık ve alabildiğine karanlık. Bir o kadar da acımasız. Tekerlek izlerini silmeyi hüner sayan gece. Kamyon şoförlerinin kaç yüreği ezip geçtiğini bir sen bilirsin gece ve bir de sen D 400…
Kamyonların, tırların ve şehirlerarası otobüslerin geçiş saatidir şimdi. Turunç ağaçları yapraklarını hışırdatır öfkeyle. “Mola saati”ne gözcülük etmenin utancıyla sararır meyveleri. Bilirler ki ‘kaldırım tesisleri’ hizmetini sunmaya hazırdır. Pır pır eden serçe yürekler pazarlığa tutuşur önce. Arada bir arkaya göz atılır. Yeniden bir hışırtı başlar turunç ağaçlarının yapraklarında: Hizmet onaylanmıştır. “Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.”
Sen nelere tanıksın D 400… Şalvarlı, eşofmanlı kadınlar adımlar kaldırrımlarını. Kimi genç kızlığa adım atmamış ‘çocuk’ kadınlar. Aç çocuğunu doyurmaya çalışacak kimi, kimi de doymak bilmeyen kocasını. Kimi de sevgili bellediği pezevengini susturacak. Tele-volelere çıkan kızlar gibi, lüks otellerde, geceliği bilmem kaç dolara, temiz çarşaflı bir yatakta son bulmayacak bu iş. Tek kişilik tarifeden kim bilir kaç kişi abanacaktır üzerine. Debelendikçe batağın içine sürüklenecek. Gecenin duvarına çarpıp yerlere saçılacak çığlığı…
İşte karşısındaydı üst geçit. Basamakları adımlarken, küt küt atıyordu kalbi. 4.80 m’lik mesafeye ulaşınca, orta yerde durup aşağıya baktı. Ucuz tarifeli bir fahişenin bacak arasını andırıyordu geçidin altı. Zamanın akışından daha hızlı dalıyorlardı araçlar, doyumun ne olduğunu bilmeyen kadının gövdesine. Gün boyu kendi ölümüne seyirci kala kala geleni kucaklıyor, gideni uğurluyordu. Dilinde sözlerini unuttuğu bir şarkı: “Kimseler görmedi seviştiğimiz/kimseler duymadı ağladığımı…”
Bu kez iliklerine kadar işledi soğuk. Düşündükleri kanını dondurmak üzereydi: evet, bu üst geçit gibi her gün ırzına geçiliyordu. Hem de nikahlı kocası tarafından. Kızının gözleri önünde… Söverek, döverek; eti koparıla koparıla tekrarlanan bir kabus… Dört yaşındaki bir çocuğa, babasının bacakları arasından sarkan şeyin ne olduğu nasıl anlatılabilir? Sıçrayarak uyanmalar, uykuda ağlamalar bu görüntülerin izlerini taşıyor olmalı. Başka açıklaması olabilir mi? Korkuyor. Çocuğum korkuyor! Ona da mı? Yok, yok, olamaz! Emanete hıyanet eder mi? EDER! Kendi kızı olmadığını düşünüyor. EDER! Ederr, eder, eder… HAYIR! Çığlığı vardiya değişimine hazırlanan işçilere kadar uzandı. Köprünün basamaklarını inmeye başlasa, fabrikaya üç adım kalacak. Kıpırdayamıyordu. Başı dönüyor, tutunduğu demirler ateş olup yakıyordu avuçlarını. Ani bir kararla geri döndü. Korkarak, ürkerek, başı önde geldiği yolu uçarcasına katetti.  Evin önü ne vardığında baş dönmesi geçmişti. Sakin olmaya çalışarak anahtarı kilidin içinde çevirdi. Lambayı yakmadan, alışkın adımlarla koridorun sonundaki yatak odasına yöneldi. Ölgün bir ışık sızıyordu kapı altından. Fısıldaşmalar duydu önce, ardından acıyla inleyen bir ses: Anne! Kanının çekildiğini hissetti. Sesin geldiği yöne bakmadan mutfağa koştu. Eline geçirdiği bıçakla… Kan! Kendi yatağı kan gölüne dönmüştü. Elleri, yüzü, giysileri kan! Bana dokunma, bana dokunma!” diye yalvaran bir ses kulaklarını tırmalıyordu.
-Anneeeeeee!
Kızı kollarındaydı. İyi görünüyordu.
“Esma teyze geldi anne. Sen gidince o hep geliyor. Babamı uyuttuktan sonra bana yemek hazırlıyor. Ona ne oldu anne, niye bağırıyor?”
Esma! Karşı komşu. Geçkin dul… Beni her zaman gülerek uğurlayan… (Güle güle komşu. Çocuğu merak etme sen, ona göz kulak olurum.) çocuğumu emanet ettiğim kadın! Kocamla… Her gece… Her gece… Alot alta… Üst üste… Kızımın gözü önünde…
Şimdi çocuğumu kime emanet edeceğim ben?

10 Nisan 2020 Cuma

LEKE




LEKE

Çekyatın üzerindeki leke geçmedi. Ariel actice Color mu kullansam, Kosla sıvı mı? Ace de olabilir.  Ace’nin renkliler için olanı yok. Var dsa ben mi bilmiyorum. En iyisi klasik yöntem: Sabunlu soğuk su.  (İçimdeki yara nasıl temizlenecek?) rengi solar diye endişelenmek de yok. (Benim yaramın rengi de gitgide koyulaşıyor.) hava iyiyken halıları da güneşlendirmek gerek. Perdeler de uzun süredir yıkanmıyor. Camlar da silinir bu arada. Ayrıca yastıkları kabartmalı, nevresimleri değiştirmeli. Akşam için tatlı ya da pasta yapmalıyım. Bir de kol böreği sürsem fırına; peynirli, kekikli bir börek. (Bunu bana yapmamalıydı! Yapmamalıydı bunu bana.)
Her şeye boş verip televizyonun karşısına geçmeli ve zaping yapmalı. Saçma sapan dizilere takılırım. Bor şarkılı Türk filmlerinin saatidir şimdi. Şansıma Ferdi Tayfur çıkar belki. Ağlayacağım yerde gülmekten kırılırım. (Güldükçe yürek yaram iyileşir mi?)
En iyisi ölesiye çalışmak. Salatadan başlamalıyım. Marulu ince ince doğramalı önce. Üzerine kırmızı lahana rendelemeli. Domateslerin kabuğu soyulmadan doğranmalı; sulanmaması için. (O da öyle sever.) Yeşil biber, nane, maydanoz… En son turp ve havuç rendesiyle süslemeli. Bir de domates kabuğundan gül oturtmalı ortaya. Ya da salatalıktan bir yelkenli. (Rüzgar vurdukça şişen, kabaran denize inat güneşe doğru yol alan bir yelkenlinin içinde olmak ne güzel. Martı özgürlüğünde, mavi çarşafın üzerinde gökyüzüyle sere serpe sevişmek…)
Az daha unutuyordum; pul biber serpmeliyim üzerine, zehir gibi acı olanından. (Zehir oldu ağzımın tadı, zehir!) limon ve tuzu servis yaparken koymalı… (Yarama tuz bassam, sulandıkça akıtır mı zehri?)
Evet, evet; salata yapmak akıllıca. Epey zamanımı alır. “”Alo! Orda mısın? Rahatta mısın?” hayır, rahat değilim. Sen de nereden çıktın? Türk filmi yok muydu az önce? Ha, klipmiş! Bak, yine kanal atlamışım…
Uyumalıyım. Battaniyeyi başımın tepesine çekip uyumalıyım. Ağlamayacağım işte. Sevdiğim –onun sevdiği- hiçbir şeyi yapmayacağım. Onur Akın, Hakan Yeşilyurt dinlemek yok. Selda da yok Livaneli de… Hele Sezen hiç mi hiç yok! Kitap okumayacağım, Attila ilhan izlemeyeceğim; Selim İleri de… Resim sergisi, imza günleri, söyleşiler, paneller; tiyatro, sinema, konser, onlar da neymiş? Ev kadınlığı tam bana göre. İnce ince danteller örerim, arasına ince düşünceler karıştırmadan. Dolar ya da Avro gününe katılırım. Hiç tanımadığım onca kadının arasında, dedikodu pazarının kurulmasına ortak olurum. Ev sahibesi mutfaktayken pastaların, keklerin, böreklerin ne kadar acemice yapıldığını çekiştiririz. Elbisesinin modaya uymadığını, sarıya boyalı saçlarının dipten çıkan siyahların yüzünü nasıl çirkinleştirdiğini; hafifçe kilo mu almış ne muhabbetine dalarız. Odaya girince de yüzümüze en güleç maskeyi takınır, her şeyin ne kadar güzel olduğunu ve ne kadar harika göründüğünü söyleriz.
Ağlayacağım ya, kesinlikle ağlayacağım. Bu ben değilim, ben değilim bu ya! Bilerek mi edilgenleştim? İtiraf etmek zor. Evet, baştan kabul ettim ev kadınlığını. Aman çocuklar bakıcı elinde büyümesin, aman başkasının huyunu kapıp uyumsuz olmasın. Bakıcı veya kreşte bakılan çocukların hepsi uyumsuz mu? İşten ayrılmak kolay. Sıkıyorsa şimdi iş bul, işsizler ordusunun arasında…
Ağzımın tadı zehir, yaşamım zehir. “Bu saatten sonra nerde iş bulacaksın?” Haklı. O, erkekler dünyasında yerini sağlamlaştırmış. Ya ben? Onun sevdiği kadın, -tabi seviyorsa- çocuklarının anası. Evet bu, işte bu: Çocuklarının anası! “İstifa etmemeni söylemiştim. Sonradan pişman olacağını da.””
“Ben sana söylemiştim!” tümcesinden nefret ediyorum. Haklı, ama beni anlamıyor. Bir arkadaşın sözleri çok etkilemişti beni: “En güzel sanat çocuk yetiştirme sanatıdır.” Bu7na kandım. İki oğluma da kendim baktığım için pişman değilim. İlk zamanlar doya doya tadını çıkardım. Günler aylara, aylar yıllara eklendikçe çocuklar büyüdü. Onlar büyüdükçe yüreğimdeki boşluğun da büyüdüğünü gördüm. Çocuklar okulda, baba işte, ben konuk kabulünde… Yeter artık. YETER! Nefes almak istiyorum. Kanatlanıp uçmak istiyorum. Eş*-dost, konu-komşu, akraba-arkadaş ağırlamak istemiyorum. Yemek, bulaşık, ütü, temizlik yapmak istemiyorum. Depresyonlu, obez bir kadın  da olmak istemiyorum. Ben hayatımı geri istiyorum. Çalışmak istiyorum, çalışmak…
Atlıkarıncalar dolanıyordu kafasının içinde. Düşünceler şahlanıp dörtnala uçuyorlardı. Hangi işe elini attıysa yarım kaldı. Evin içi ruh haline uygun bir dağınıklığa büründü. Her şeyi olduğu gibi bırakıp, lekeli çekyatın üzerinde uykuya daldı…


7 Mart 2020 Cumartesi

BEN BİR KADINIM


                                                          



                                                  

                                                   BEN BİR KADINIM
                                


               Kadına yönelik şiddetin son bulması umuduyla kaleme aldığım bu dizeleri, 
               Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, gücünü direncinden alan kadınlara ithaf ediyorum…


Ben bir kadınım
Anadolu’da
Asırlar boyu
Hüküm sürmüş
Kibele’nin soyundan geliyorum
Bire bin veren
Toprağından beslendim
Tohumdum, filizlendim
Dal budak saldım gövdesinde
Anaerkil bir düzende
Tanrıça gibi yaşıyordum


Sel olup akıyordu zaman
Akıntıya kapılmıştı
Güzel olan ne varsa
Talan edildi cennet bahçemiz

Ataerkil bir dünyanın
Kıyısına savrulduk
Bir savaşın ortasında buluverdik kendimizi

İşgal edildi topraklarımız
Ganimetten saydılar bizi
Kabuk bağlamayan
Yaralar açıldı yüreğimizde
Beyinleri bacakarasında çalışan işgalciler
Hatırlamaz onları da bir ananın doğurduğunu
Ve ileride kendi çocuğunun da
Bir anne olacağını

Egemen güçlerin
Zafer çığlıkları inletirken dağları
Yaşamın aynasındaki kadınlar
Yürek aynalarında yeşerttiler umutlarını
Mucizelerin yaratıcısı
Ana tanrıçanın kızlarıydı onlar
Yeniden filizlenirler kırıldıkları yerden


Su gibi ilerliyor zaman
Arafta kalmışım
Usulca fısıldıyor kulağıma kibele
Ey uğruna ülkeler fethedilen kadın
Ey göğsünde cennet taşıyan anne
Nice yıkımlardan
Nice yangınlardan çıkıp geldin
Sen Tanrının ruhunu taşıyorsun yüreğinde
Hadi kalk ayağa! Göster gücünü
Aşk ile iyileştir yeryüzünü

Ben bir kadınım ateş ile sınanmışım
Övgüler dizildi güzelliğime
Şiirler yazıldı sayfa sayfa
Her dilde şarkılar söylendi
Roman kahramanı oldum
Masallarda yaşadım
Mutlu sona yaklaşırken
Namus uğruna vuruldum


Susmak bilmiyordu
Kadın bedenini mesken tutanlar
Nefret kusuyordu dilleri
Elleri bileyli bıçak
Eksik etek, yollu,
Başı açık, kaşık düşmanı,
Saçı uzun aklı kısa
Bir de emanettim
Aklı evvellerin gözünde

İlk babam hıyanet etti emanete
On üçümde gelin oldum
Bebek emzirdim on beşimde
Vatanı korumaya gönderdiler kocamı
Saçlarım süt kokuyordu daha
Emanetin ırzına geçti kayınbabam

Aşık oldum on sekizimde
Tozpembe hayallerim vardı
Elini her tuttuğumda
Ağzımda atardı yüreğim
Başım göğsünde gözüm kapalı
Aydınlık yarınların düşünü kurardım

Bilmezdim tepemde karabulutların dolaştığını
Ve bilmezdim
Bir testerenin ucunda can vereceğimi

Su gibi ilerliyor zaman
Su gibi ilerliyor zaman
Su gibi su gibi su gibi
Silip geçiyor balık hafızalardaki izleri
Ah nedendir bilinmez
Durmuyor kadın cinayetleri

Yaşa başa bakmıyor namus bekçileri
Yer yurt mekan zaman gözetmiyor
Namus bekçileri
Doğulu batılı güneyli ayırmıyor
Namus bekçileri
Otobüste sokakta parkta
Okulda evde işyerinde
Göz hapsinde tutarlar beni
Pimi çekilmiş bomba gibi
Dolaşırlar ortalıkta
On davara gelin ederler beni
Başlık parasına berdel ederler beni
Töreye kurban ederler beni
Ve sonra bir gece vakti
Emanet edildiğim bir minibüste
Umutlarımı çaldılar önce
Sonra hayallerimle yaktılar beni

Ey ana tanrıça duy sesimi
Aşk yetmiyor erkek egemen güce
Beni kendi dünyasına hapsetmek istiyor
Konuşma, gülme, sokağa çıkma,
Ona bakma, buna bakma, şuna bakma
“kölemsin” diyor,
“Ya benimsin ya toprağın!”
Korkuyorlar
Kadının bedeninden korkuyorlar
Ve kadını en zayıf yerinden
İki bacak arasından vuruyorlar
Oysa bilmiyorlar kendi kendilerini vurduklarını
Ve kendi beyinlerini
İki bacak arasına akıttıklarını
Ve bilmiyorlar
Kadın yüreğinde taşır aklını


Ben bir kadınım
İnceyim, kırılganım
Vefalıyım, merhametliyim
Ve sabırlıyım da
Sınırlarım zorlanınca
Bin kaplan gücüne dönüşür sabrım

Tütülerimi çıkarıp geldim
Kapımın önünde bıçakladınız beni
Kopya çekerken yakaladım sizi
Odamda bıçakladınız beni
Bir tas sıcak çorba verdim
Merdiven boşluğunda bıçakladınız beni
Aşk bitti ayrılmak istedim
Çocuğumun önünde bıçakladınız beni
Ellerim bağlı olsun istediniz
Gözlerim bantlı olsun istediniz
Dilim sus olsun istediniz
Sırtımda sopa
Karnımda hep sıpa olsun istediniz
Sokakta bacı
Yatakta baştan çıkarıcı olmamı istediniz
Ve en acısı
günahlarınıza ortak olmamı istediniz.

YETER! YETER! YETER!
Bir bitmediniz
Bir bitmediniz
Bir bitmediniz
Bir bitmedi istekleriniz
Bir bitmedi bileyli bıçaklarınız
Ama benim sabrım tükendi
ÖLMEK İSTEMİYORUM!
ÖLMEK İSTEMİYORUM!
ÖLMEK İSTEMİYORUM!
Ellerim özgürlüğe uzanmış
Gözlerim aydınlığa
Dilim HAYIR diye haykırıyor
HAYIR! HAYIR! HAYIR!

Başkaldırdım ataerkil düzene
Hazırım insanca sevmeye
Ve insanca yaşamaya
Aşk özgürlüktür
Ve özgürlük uğruna ölünür ancak