Yapı olarak tez canlı bir insanım. Yapmak istediğim bir işe
karar verdiğimde hemen harekete geçerim.
Karar aşamasında olumsuz düşüncelerin
tamamını ayıklamış olurum. Hiçbir engel olmadığına inandığımda da yola çıkarım.
Sürenin uzunluğu önemli değildir
benim için. Önemli olan yapacağım işin kalitesi ve o işi birlikte yapacağım
arkadaşların aynı heyecanı duyup duymamaları.
Başlarda şahane ilerleme kaydederiz.
Sonra arkadaşlar bir bir kopmaya başlar. Bunu tek başıma yapmam olanaksız.
Mutlaka o arkadaşların da olması gerekiyor.
İki güne bir ararım arkadaşları,
“tamam” onayından sonra kapatırım telefonu. Sabırla gelmelerini beklerim. Ağaç
gibi dikildiğime mi üzüleyim, arayıp haber vermediklerine mi? Dayanamam, yine
ben ararım. Bu kez hiçbirine ulaşamam. İnatla sürdürürüm aramayı. Tesadüf eseri
ulaştığım kişi “yarın şu saatte oradayım” diyor ama gelmiyor. Günler günleri
kovalıyor, ne gelen var ne arayan. Herhangi bir açıklama da yok. “Tamam
ya, o iş kolay, hallederiz!” cümlesi su
serpmiyor yüreğime. Bir süre sonra da “aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor”
repliğiyle başbaşa kalırım.
Düşünün bir, öfke dolusunuz.
İçinizden neler neler geçiyor. Ezkaza telefonu açsalar öfke patlaması
yaşayacaksınız. Mesaj atsanız, arkadaşlığınız hepten bitecek. Peki, ne
yapmalıyım?
İşte bu çok önemli bir soru. Bunu
düşünebildiğime göre öfke kontrolü yapabilirim demektir.
Haftalarca süren bekleyişin ardından
böyle bir öfke patlaması yaşadım. Kendi içimdeki gelgitlerin ardından “ne
yapabilirim?” diye sordum kendime.
Uykusuz geçen bir gecenin sabahında
kuşlarla birlikte yola koyuldum. Sahil boyunca yürümeye başladım. Rüzgar vardı
ve deniz şahlanarak vuruyordu kıyıya. Martılar balıkçı teknelerinin peşisıra
dolanıyordu. Güneşin ilk ışınları altın hareler oluşturuyordu deniz üzerinde.
Pırıl pırıl, masmavi bir gökyüzü gülümsüyordu bana.
Şanslıydım aslında ve ben o an bunun
farkında değildim. Böylesine güzel bir sahil kasabasında yaşıyor olmam bile
ayrıcalıktı ama benim içimde dinmeyen bir öfke ve sonu gelmeyen sorular vardı.
Bankın üzerine oturmuş boş gözlerle
bakıyorum çevreye. Sabah yürüyüşünü yapanlar geçiyor önümden. Kimi koşarak
gidiyor, kimi müzik dinleyerek. Kimi de ekmek almış, ucunu kopara kopara
yürüyor. Günaydın diyenler, gülümseyerek selam verenler oluyor. İstemsizce
karşılık veriyorum onlara. Ve sonra daldığım rüyadan uyandırıyor biri beni:
“Günaydın teyze!” Selamı verenin ardından bakıyorum, o da bir an için dönüp
bakıyor. Yaşı yaşıma denk bir adam. Belki de yaşça benden de büyük,
bilemiyorum. Zaman durmuştu sanki. Belki de bir daha görsem anımsamayacağım
adamın gözüne “yaşça büyük” görünmüştüm ve
“teyze” diyerek selamlamıştı beni. O ana kadar içimde tuttuğum bütün öfke
patlaması gözlerime hücum etti ve ağlamaya başladım. Banktan kalktım ve denizin
kıyısına oturdum. Gözyaşlarımı tutamıyordum artık.
Bana “teyze” denilmesine mi
kızmıştım? Hayır. Ben buna alışkınım. Yirmili yaşlarımda bile mahalledeki
gençler bana teyze derlerdi. Hata bunun şiirini bile yazmıştım. O halde neydi
beni böylesine derinden etkileyen? Aslında nedenini biliyordum ve gözyaşlarımın
dinmesini bekliyordum. O adam yaşlanmış ruhumun yüze yansıyan görüntüsüne selam
vermişti. Evet, olay bu kadar netti. Yapacağım işe ve arkadaşların -bana olumsuz
gelen- davranışlarına o kadar odaklanmıştım ki ruhumun ışıltısının söndüğünün
farkına varamamış, yüreğimdeki çocuğu küstürmüştüm. Herkesten aynı performansı
gerçekleştirmesini beklemiş, aynı heyecanı yaşamalarını istemiştim. Herkesin
ayrı bir dünyası ve bakış açısı olduğunu yok saymıştım. Bununla da yetinmeyip
kendi coşkumun öfkeye yenik düşmesine olanak sağlamıştım. Sonuçta onların duygu
ve düşüncelerine göre değil, kendi duygu ve düşüncelerime göre hareket
etmiştim. Kendi bakış açımı değiştirmediğim sürece, birlikte iş yapacağım
arkadaşlarla asla uyum içinde olamayacaktım. Bunu biliyordum artık. Güne
“teyze” selamıyla başlamak iyi geldi.
Rüzgar hızını kesmiş ve deniz
durulmuştu. Benim içimdeki fırtına da dinmişti. Eve geldiğimde öfkeden eser
yoktu. Sakin bir şekilde telefonu elime aldım ve proje içinde yer alan
arkadaşlardan birini aradım. Yanıt geldiğinde derin bir “oh” çektim içimden. Kısa
bir sohbetin ardından -konuyu ben açmadan- söze girdi: “Bazı arkadaşların
sağlık sorunları vardı. Bu nedenle bir türlü bir araya gelemedik. Hafta sonu
toplanıp projeyi hayata geçirme aşamalarını tamamlayalım. Senin için de uygun
mu?”
Ruhum kanatlanmış bir kuş, sevinçten
havalanmak istiyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder