“İnsanlar dağların
zirvelerini, denizlerin dalgalarını, büyük ırmakları ve engin okyanusu görmek
için seyahat ederler fakat bunun yanı
sıra en büyük mucize olan kendi varlıklarını görmeden bu dünyadan göçerler.”
-St. Augustin-
“Mucize” sözcüğü, akıl yoluyla
ve bilimsel yasalarla açıklanamayan, Tanrısal bir güç tarafından yaratıldığına
inanılan doğaüstü bir olay olarak tanımlanır sözlüklerde.
Olağanüstü, acayip, tuhaf,
şaşırtıcı bir şekilde karşımıza çıkan mucizeler, yaşamın bize sunduğu
armağanlardır aslında.
Mucize, gerçek dünya ile düş
dünyası arasına kurulan bir köprüdür. Yorgun telaşlarda geçen günlerimizde
yaşamın anlamını sorgulamamızı sağlar.
Her gün, gözümüzün önünde
binlerce mucize gerçekleşiyor ve biz bunlardan kaçını görebiliyoruz acaba?
Bilerek ya da bilmeyerek kendi yarattığımız mucizelerin farkına varıyor muyuz?
Yaşam gördüğümüz ve
göremediğimiz mucizeler barındırıyor. Bazen mucizeler bizi bulur bazen de biz
çekeriz mucizeleri kendimize ve çoğu zaman farkına varmasak da mucizeleri
kendimiz yaratırız.
Evet, mucize sizsiniz çünkü Tanrı’nın
yaratıcı ruhunu taşıyorsunuz içinizde. Siz, yaratıcının size verdiği
armağanlarla her gün yeni mucizeler yaratıyorsunuz. Aklınızla, yürek gözünüzle,
ellerinizle hayata şekil veriyorsunuz. Ekiyorsunuz, biçiyorsunuz, hayatı sanatla yorumluyorsunuz, âşık
oluyorsunuz, evleniyorsunuz ve çoğalıyorsunuz. Bundan daha büyük bir mucize
olabilir mi?
Büyük felaketlerin ardından,
yıkıntılar arasından günler sonra kurtarılan bir bebeğin yaşaması elbette büyük
bir mucizedir ama benim asıl söz etmek istediğim “gerçek dünya ile düş dünyası arasında”
gerçekleşen mucizelerdir: HAYALLER.
Hayallerimiz bizim gerçek mucizelerimizdir. Baharda yeniden
çiçekleneceğini hayal eden ağaçlar gibi kurun hayallerinizi. İçselleştirin ve
sonra inşa etmeye başlayın. Hayaliniz gerçekleştiğinde kendi mucizenizi
yaratmış olursunuz.
Samed Behrengi’nin ‘’Küçük
Kara Balık’’ hikâyesini bilmeyen var mı? Yaşadığı yerden sıkılan ve büyük
denizlere açılmak isteyen bir balığın hikâyesi. Yol aldığı sularda başına türlü
felaketler gelir ama hayalinden asla vazgeçmez.
Richard
Bach’ın Martı’sı Jonathan Livingston’u mutlaka okumuşsunuzdur. Kendisini
arkadaşlarından farklı gören, yaşamın yalnızca yeme ve içmeden ibaret
olmadığını, uçmak daha yükseklere uçmak olduğunu düşünen bir martı.
Martı Jonathan,
yüksek, hedefler seçmiştir kendine. Bu hedefi gerçekleştirmek için,
yorgunluktan bitkin düşene kadar kanat çırpmıştır.
Martı,
bize, herkesin bir hedefinin olması gerektiğini ve her seferinde bir öncekinden
daha iyi hedefler seçmemizi, umutsuzluğa kapılmamayı ve hayallerin bir uçumluk
kanada bağlı olduğunu anlatır.
Bu iki hikâyenin
de sonu azmin zaferiyle noktalanır. Hem
balık hem de martı hayallerinin peşine takılıp imkânsızı başardılar.
Günümüzde
de bu böyle değil mi? Kendini diğerlerinden farklı gören, yaptığı ile yapmak
istediği şeyin arasında sıkışıp kalan, hayallerine gem vuran o kadar çok insan
var ki.
Doğaüstü
mucizelerin yanına, ruhunuzda fırtınaya dönüşen mucizeleri koymak istemez
misiniz?
“Evet”
diyorsanız, hayallerinize sıkıca sarılmanızı ve onlardan vazgeçmemenizi
öneriyorum. Önünüze çıkabilecek tüm engelleri aşıp aşmamak size kalmış.
Kanatlarınız ve yüzgeçleriniz sizin ruhunuza bağlı. Açık denizlerde yol almak
veya sonsuz maviliklerde uçmak için harekete geçmek için ruhunuzu
özgürleştirin. Mucizelerin var olduğuna inanıyorsanız kendi mucizenizi de
yaratabileceğinize inanmalısınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder