7 Şubat 2019 Perşembe

MUCİZELERE İNANMAK


                                  

“İnsanlar dağların zirvelerini, denizlerin dalgalarını, büyük ırmakları ve engin okyanusu görmek için seyahat ederler fakat  bunun yanı sıra en büyük mucize olan kendi varlıklarını görmeden bu dünyadan göçerler.”
-St. Augustin-
“Mucize” sözcüğü, akıl yoluyla ve bilimsel yasalarla açıklanamayan, Tanrısal bir güç tarafından yaratıldığına inanılan doğaüstü bir olay olarak tanımlanır sözlüklerde.
Olağanüstü, acayip, tuhaf, şaşırtıcı bir şekilde karşımıza çıkan mucizeler, yaşamın bize sunduğu armağanlardır aslında.
Mucize, gerçek dünya ile düş dünyası arasına kurulan bir köprüdür. Yorgun telaşlarda geçen günlerimizde yaşamın anlamını sorgulamamızı sağlar. 
Her gün, gözümüzün önünde binlerce mucize gerçekleşiyor ve biz bunlardan kaçını görebiliyoruz acaba? Bilerek ya da bilmeyerek kendi yarattığımız mucizelerin farkına varıyor muyuz?
Yaşam gördüğümüz ve göremediğimiz mucizeler barındırıyor. Bazen mucizeler bizi bulur bazen de biz çekeriz mucizeleri kendimize ve çoğu zaman farkına varmasak da mucizeleri kendimiz yaratırız.
Evet, mucize sizsiniz çünkü Tanrı’nın yaratıcı ruhunu taşıyorsunuz içinizde. Siz, yaratıcının size verdiği armağanlarla her gün yeni mucizeler yaratıyorsunuz. Aklınızla, yürek gözünüzle, ellerinizle hayata şekil veriyorsunuz. Ekiyorsunuz, biçiyorsunuz,  hayatı sanatla yorumluyorsunuz, âşık oluyorsunuz, evleniyorsunuz ve çoğalıyorsunuz. Bundan daha büyük bir mucize olabilir mi?
Büyük felaketlerin ardından, yıkıntılar arasından günler sonra kurtarılan bir bebeğin yaşaması elbette büyük bir mucizedir ama benim asıl söz etmek istediğim “gerçek dünya ile düş dünyası arasında” gerçekleşen mucizelerdir: HAYALLER.

Hayallerimiz bizim gerçek mucizelerimizdir. Baharda yeniden çiçekleneceğini hayal eden ağaçlar gibi kurun hayallerinizi. İçselleştirin ve sonra inşa etmeye başlayın. Hayaliniz gerçekleştiğinde kendi mucizenizi yaratmış olursunuz.

Samed Behrengi’nin ‘’Küçük Kara Balık’’ hikâyesini bilmeyen var mı? Yaşadığı yerden sıkılan ve büyük denizlere açılmak isteyen bir balığın hikâyesi. Yol aldığı sularda başına türlü felaketler gelir ama hayalinden asla vazgeçmez.

Richard Bach’ın Martı’sı Jonathan Livingston’u mutlaka okumuşsunuzdur. Kendisini arkadaşlarından farklı gören, yaşamın yalnızca yeme ve içmeden ibaret olmadığını, uçmak daha yükseklere uçmak olduğunu düşünen bir martı.
Martı Jonathan, yüksek, hedefler seçmiştir kendine. Bu hedefi gerçekleştirmek için, yorgunluktan bitkin düşene kadar kanat çırpmıştır.
Martı, bize, herkesin bir hedefinin olması gerektiğini ve her seferinde bir öncekinden daha iyi hedefler seçmemizi, umutsuzluğa kapılmamayı ve hayallerin bir uçumluk kanada bağlı olduğunu anlatır.

Bu iki hikâyenin de sonu azmin zaferiyle noktalanır. Hem balık hem de martı hayallerinin peşine takılıp imkânsızı başardılar.

Günümüzde de bu böyle değil mi? Kendini diğerlerinden farklı gören, yaptığı ile yapmak istediği şeyin arasında sıkışıp kalan, hayallerine gem vuran o kadar çok insan var ki.
            Doğaüstü mucizelerin yanına, ruhunuzda fırtınaya dönüşen mucizeleri koymak istemez misiniz?
“Evet” diyorsanız, hayallerinize sıkıca sarılmanızı ve onlardan vazgeçmemenizi öneriyorum. Önünüze çıkabilecek tüm engelleri aşıp aşmamak size kalmış. Kanatlarınız ve yüzgeçleriniz sizin ruhunuza bağlı. Açık denizlerde yol almak veya sonsuz maviliklerde uçmak için harekete geçmek için ruhunuzu özgürleştirin. Mucizelerin var olduğuna inanıyorsanız kendi mucizenizi de yaratabileceğinize inanmalısınız.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder