"başkaldırdım ataerkil düzene/hazırım militanca sevmeye/aşk özgürlüktür/ve özgürlük uğruna ölünür ancak"
Bugün 8 Mart. Kimine göre ‘Dünya Kadınlar Günü’, kimine göre ‘Emekçi Kadınlar Günü’.
Her iki kavram birbirinden farklı
görünse de aynı içeriği taşıyor: Kadını Yüceltme Günü!
Herkes bir yarış halinde. Kadının
emeğinden, toplumdaki yerinden, saygınlığından, kutsallığından dem vurarak
pastadan payına düşen dilimi kapmaya çalışıyor.
Bu gün ben de bir kadın ve yazar
olarak üzerime düşeni yapacağım. Ama ne kadın haklarından ne de kadının
emeğinden söz edeceğim. Kadın zaten kendi gücünün farkında. Emeğine de sahip
çıkmayı bilir ama bile isteye toplum düzenine ayak uyduruyor. Toplumda kadın
olmanın ayrıcalığını değil, aile kurma ve yaşatma görevini benimsiyor. İşte bu
noktada “aşk” virüsüne kapılıyor. (Ki bu virüs geçicidir ve ömrü en fazla dört
aydır.) Ve “aşk” denilen çift kişilik serüveni tek başına yaşıyor.
AŞK! İşte bütün mesele bu tek
heceli sözcük.
Kadın ne kadar güçlü olursa olsun
aşk karşısında zayıf kalıyor. Elindeki bütün gücü bu uğurda harcıyor. ‘Seviyorum’
diyor da başka bir şey demiyor. Kör oluyor gözleri. Bilinç kaybına uğruyor. Derin
bir uykudaymış gibi geziniyor yıllar yılı. Uyandığında ne aşk kalmış ne de
gençlik. Elinde kalan yılların yorgunluğu, gerçekleşmeyen düşler, bakmakla
yükümlü olduğu çocuklar ve bedenine bıçak gibi saplanmış bir adam…
Kadın gücünün farkında. Güzelliği,
zekası ve doğurganlığı zaten üstün kılıyor onu. Elinin değdiği her yer gül
bahçesine dönüşür. Gül sevgi ister. Hırpalarsan narin taçyapraklar zamansız
solar.
Çevrenize bir bakın; kadın
cinayetlerinin %90’ı namus uğruna işleniyor. Adam ‘mal’ olarak görüyor kadını. “Ya
benimsin ya toprağın” diyor. Adam “seni seviyorum” derken küfrediyor sanki. Ya da
lütuf gibi görüyor bu cümleyi. Ve zamanla
“seni seviyorum”un içi boşalıyor. Aşk sözcükleri yerini kadını pasifize eden
sözcüklere dönüşüyor. Kadını değersizleştiren, onu hiçliğe düşüren, kendini
suçlu hissettiren sözcükler. “Hata bende” diyor kadın. Evet, hata onda; çünkü
göremiyor. Görmek istemiyor. Görse, “işte kapı orda” diyen adama bir daha güven
duymazdı. Adamı her defasında düştüğü derin kuyulardan çekip almazdı. Ve bağırmak
isterdi kadın; “sevişirken kulağına aşk sözcükleri fısıldadığın kadına nasıl
kıyabiliyorsun?”
Kadın düzene ayak uydururken,
düzenin temel yasasını unutmuş: cinsellik.
Dünyanın yasası bu. Adem ile
Havva’dan bu yana süregelen bir yasa. Erkeği doyurduğun sürece sorun yok. Malsın.
Hasta olmaya, yorgun olmaya, hatta ve hatta yaşlanmaya bile hakkın yok. Ayakta olduğun
sürece verimkar olacaksın. Erkeğini boş bırakmayacaksın. Sonra başka kadına
gider. İşin bir de o tarafı var; erkeği ihmal edersen, dünyanın en güzel kadını
da olsan aldatır seni. Hem de gözlerinin içine baka baka aldatır. Başka bir
kadının koynundan çıkıp rahatlıkla senin koynuna girebilir. Sevgi sözcükleri
mi? Geç onları. Nasılsa içi boş o lafların. Cinsel açlığımızı doyuralım önce. Marguerite
Duras aşkı arama bu hayatta. O milyonda bir gelir, yine de sonu hüsranla biter.
Kadın gücünün farkında olsa ne
yazar? Düzen böyle işliyor. Kurduğun aileyi yaşatmak adına çektiğin acıların,
yaşadığın maddi zorlukların, büyütmeye çalıştığın çocukların, yok saydığın
düşlerin hiçbir önemi yok.
Ey uğruna ülkeler fethedilen
kadın; bugün senin günün. Bak, herkes seni konuşuyor. Ama sen yoksun ortalıkta.
Uyan derin uykulardan. Rüya bitti. Aşk intihar etti. Bırak zamansız zamanları
yaşamayı. Yarın hiç olmayabilir. Dedim ya, bugün senin günün. Hadi kalk ayağa!
Kendin ol. Kurtul kalabalıkların yalnızlığından.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder