19 Eylül 2022 Pazartesi

YAZARLIK DÜŞLERİMİN İLK KAHRAMANI: YAŞAR KEMAL

 


 

Günün ilk saatleriydi. Bardaktan boşanırcasına yağıyordu yağmur. Elimde ağırlık yapmasını istemediğimden semsiye almamıştım yanıma. Nasıl olsa yaz yağmurudur bu kesilir az sonra, diye düşünmüştüm.

Ne yazık ki kesilmemişti. Dolmuş da bulamamıştım. Böyle bir havada boş taksi bulmak milli piyangodan büyük ikramiyeyi kazanmak gibi bir şey.

Adamakıllı ıslanmama karşın içimdeki heyecanı bastıramıyordum.

Yazarlık düşlerimin ilk kahramanıyla tanışacaktım; az şey mi bu?

 Kaldığı otele vardığımda gazeteci arkadaşımız Aydın Caner’in lobide olduğunu görünce derin bir nefes aldım. Aydın Caner Yeni Adana gazetesi adına söyleşi yapacaktı, bende sanat sayfasına yönelik hazırlamıştım soruları.

 Resepsiyon görevlisiyle kısa bir görüşmenin ardından yemek salonunda beklendiğimizi öğrendik.

Yukarı çıktık. Oldukça kalabalıktı salon. Seyhan Belediyesi 3. Kültür Şenliği için Adana’ya gelen sanatçıların hepsini bir arada görme olasılığı vardı. Hafif bir müzik eşliğinde, neşeli bir ortamda kahvaltı ediliyordu.

 O günkü programda Sanatçılar Parkındaki anıtın açılışı vardı. Daha sonra Turhan Selçuk’un karikatür, Bedri Baykam’ın resim sergilerinin açılış kokteyli verilecekti. Bir de İlhan Selçuk ve Erdal Atabek’in söyleşileri yer alıyordu.

Dipteki masaya doğru ilerledik. Aydın Caner İlhan Selçuk ile tanıştırdı beni. İlhan Selçuk ile Aydın Caner bir süre kader birliği etmişler. İkisi tanıdık bir sohbete koyuluyorlar. Bu arada kitabımı imzalayıp İlhan Selçuk’a veriyorum. Köşe yazarlığı üzerine konuşuyoruz. Zorluğu, kolaylığı ve de sevme olayı üzerinde duruyoruz. Sevmeden hiçbir işin zorluğuna katlanılamayacağı gerçeği bir kez daha çıkıyor ortaya.

Gözlerim Yaşar Kemal’i arıyor. Görünürlerde yok. Yan tarafta Halil Ergün oturuyor. Ön tarafta Bedri Baykam ve bayan rehberi. Bedri Baykam’ın önünde, ayakta biri duruyor. Sırtı bize dönük. Davudi bir sesle konuşan iri yapılı biri. Sonra tok bir kahkaha ile masamıza yöneliyor. Ben nefesimi tutmak zorunda kalıyorum: Yaşar Kemal bu!

Tanışıyoruz. İlklerin heyecanıyla sunuyorum “Gönlüm Bir Deli Poyraz”ı

Bu arada, Turhan Selçuk ve Erdal Atabek geliyor bulunduğumuz masaya. Koyu bir sohbet başlıyor. Aydın Caner bu arada teybi çalıştırmış, sorularını yöneltiyor Yaşar Kemal’e. Röportaj bitmek üzere. Bir soru çekmişti ilgimi. Hem de uzunca bir soru ve ardından gelen uzunca yanıt…

Sorunun bir bölümü şöyleydi:

“…. Acaba, eşi Türkiye’de az bulunan Yeni Adana gibi tarihi çok eskilere dayanan gazetelerin varlıklarını, yaşamlarını sürdürebilmeleri için, devlet bir şeyler yapamaz mı? Ya da kurulacak bir vakıf tarafından koruma altına alınamaz mı?”

Yaşar Kemal’in yanıtı:

“Türk basını şu anda Türkiye’ye layık olmayan bir basındır. Dünyadaki birçok gazetelerin en değerli sayfaları kültür ve sanat sayfalarıdır. Ben magazin ağırlıklı bazı gazeteler için,

 

Adana tabiriyle magazin deli kızın donudur,  diyorum.

 

Örneğin; Türkiye’deki herhangi bir arabesk sanatçısı Türk basını için, dünyanın en büyük piyanistlerinden biri olan İdil Biret’ten daha önemlidir. Yine diyelim ki bir Ajda Pekkan, bir İbrahim Tatlıses de Türk basını için bir Ayla Erduran’dan, bir Suna Kan’dan çok daha değerlidir.

(……) Bizim edebiyatımız bugün dünyanın tanınmış edebiyatlarındandır. Yalnız ne Yaşar Kemal’dir ne Aziz Nesin’dir ne de Orhan Kemal’dir. Yani tüm dünyada eserleri çıkanlar bunlar değildir. Bir sürü gençlerimizin de kitapları çıkıyor dünyada. Türk edebiyatı yavaş yavaş enternasyonal bir konuma giriyor ki bu en büyük şairimiz Mazım Hikmet ile başladı.

(….) Herhangi bir Türk gazetesinde hiçbir zaman ciddi bir sanat, kültür sayfası yoktur. Türk gazeteleri maalesef sanatı, kültürü ciddiye almıyor. Oysa bir gazetenin, özellikle haber, röportaj, fotoğraf nasıl özsel ögeleriyse, kültür ve sanat da dünyadaki iyi gazetelerin özsel ögelerindendir. Bizimkilerin özel ögeleri ise sadece baldır bacak, sadece kötü müzik. İlaveten kötü edebiyat diyemiyorum, edebiyatın kötüsüne bile yüz vermiyorlar.

(….) Yemi Adana’yı senelerce izledim. Kurtuluş savaşındaki tutumundan, çizgisinde değişiklik yapmadığını gördüm. Yeni Adana’nın şerefli mazisi ve bugünkü durumu Adana’nın insanlarına kalıyor. Nasıl ki sanatçılara anıt yapılıyorsa, Yeni Adana gazetesini de bir kültür anıtı sayabiliriz. Yardım edilmesi gerekir. Vakıflar kurulmalı, kuruluşlar harekete geçmeli ve Yeni Adana layık biçimde yaşatılmalıdır. Bu herkesin ve hepimizin ödevi olmalıdır.”

Bu arada bir telefon geliyor Yaşar Kemal’e. Konuşması bitince hemen bir soru yöneltiyorum ona. Aslında sorudan çok bir merak benimkisi. “ Al Gözüm Seyreyle Salih” adlı romanını ne kadar sürede yazdığını öğrenmek istiyorum. Aldığım yanıt oldukça şaşırtıyor beni: “Dört buçuk ay!”

Bir kitap düşünün; 415 sayfa ve 12 punto ile dizilmiş. Ve bu kitap 4,5 ay gibi kısa bir sürede bitiyor. “Al Gözüm Seyreyle Salih” in doğumunu anlatıyor Yaşar Kemal:

“İstanbul’da başladım bu kitaba. 150 sayfasını yazdım. Sonra Şile’ye gittim. Oradaki çocuğu tanıdım orda. O demirci arkadaşım; demirci Turan vardı. Ondan sonra o 150 sayfayı yırttım. O 150 sayfaya iki-üç ay çalışmıştım. Oturdum o 150 sayfayı iyice yırttım. Çöp sepetine de atmadım. Yaktım hepsini ele geçmesin diye. Sonra oturdum yeniden yazdım bu kitabı…”

Merakımı yenemeyip yeniden soruyorum: Böylesine kısa sürede yazma olayı tüm kitaplarınız için geçerli mi? Şunu itiraf etmeliyim ki Al Gözüm Seyreyle Salih, binlerce ayrıntının bir araya geldiği çok güzel bir kitap…

Tümcem tamamlanmamıştı ki tam bir Adanalı gibi gülüyor Yaşar Kemal: “Bana göre de çok güzel bir kitap!” diyor. Sonra içecek bir şeyler istiyor garsondan. Konuşmayı sürdürmek istiyorum:

—Öykülerimi yazarken pek sabrım olmuyor.  Başladığım yazı çabuk bitsin istiyorum. O kadar ayrıntıya girmek, onları yerli yerine oturtmak… Biliyorum, burada sabır çok önemli. Çoğu zaman üzerinde iki-üç ay çalıştıklarımı yırtıp atıyorum. Ama bu kez umutsuzluğa düşüyorum. Benim gibi yolun başında olanlara ne önerirsiniz?

 Yaşar Kemal’den önce İlhan Selçuk alıyor sözü: “Benim gördüğüm Yaşar Kemal bir kuyumcu gibi işliyor kelimeleri…”

 O davudi ses tonuyla yeniden gülüyor Yaşar Kemal ve soruma bir açıklık getiriyor:

“Dur, dur! Al Gözüm Seyreyle Salih’i ölçü olarak alma. Bir kitap dört ayda bittiği gibi dört yılda da bitmeyebilir. Mesela son kitabım KİMSECİK 4,5 yıl sürdü. Omu biraz daha ince işledim…”

Yeniden gülüşmeler oluyor. Bu yanıt karşısında biraz olsun rahatlıyorum. Yazma olayında en önemli etkenin irade olduğu bir kez daha kanıtlanmış oluyor. İrade ve sabır birleşince başarılı olmamak için hiçbir neden yok. Önemli olan pes etmemek. Konuya yoğunlaştıktan sonra geriye yalnızca yazmak kalıyor.

Zamanımızın geri kalan bölümünde soru yöneltmiyorum. Sohbet ediyoruz. Aydın Caner bir ara İlhan Selçuk’a soruyor:

“Yaşar Kemal mi yoksa siz mi daha büyüksünüz?”

 İlhan Selçuk şaka yollu yanıtlıyor:

“Yaşar Kemal yaşça benden büyük ama akıl yönünden ben ondan daha büyüğüm…”

Gülüşmeler oluyor. Sohbete katılmış görünüyorum ama aklım Yaşar Kemal’ e daha önce sorulan bir soruda takılı kalmış: “Yani 1973’ten beri Nobel Edebiyat Ödülü’ne adaylığınız sürüyor ve siz yaşadığınız sürece adaylığınız da sürecek öyle mi?”  Yanıt: “Tabi, her yıl adayım…”

 Sohbetimiz sona eriyor. Teşekkür edip ayrılıyoruz. Dışarıda alabildiğine güneşli bir gün. Hafiften yağmur serpiştiriyor gökyüzü. Sınırsız bir coşku sarıyor yüreğimi. Ve bir dilek boy veriyor yüreğimin koyaklarında:

—Umarım Nobel Edebiyat ödülünü Yaşar Kemal kazanır bu kez…(1992)

 

 

 

 

6 Aralık 2021 Pazartesi

GÜNÜMÜZ ÖYKÜSÜ VE AYSEL YENİDOĞANAY GÖKÇELİK





GÜNÜMÜZ ÖYKÜSÜ VE AYSEL YENİDOĞANAY GÖKÇELİK

.

                                                                                                          İLKAY TUNA

 

Günümüzde öyküden söz etmek için biraz da geçmişe bakmak gerekir. Edebiyat tarihimizde yer almış bütün öykücüler yaşadıkları çağı, toplumu ve dönemi, insanı yansıtmakla beraber öykünün evrimine de katkıda bulunmuşlardır. “Gerçekçi” Orhan Kemal, edebiyatın sokağa açılan penceresi olarak tanımlanırken, 1950’ler ülkemizde Varoluşçu-Gerçeküstü anlayışa yaslı öykülerin edebiyat dünyamıza hâkim olduğu bir zaman dilimidir. Öte yandan o dönemde diğer bir önemli akım da sosyal gerçekçiliktir. Haldun Taner ise, hem “entelektüel hikâye tarzı” nı hem de sosyal gerçekçileri tasvip etmez. Çünkü o kendi deyimiyle “herkesin anlayabileceği halkçı bir üslup” peşindedir. Çoğunlukla düz, sade bir anlatımı yeğler.

 

Bu dönemde Batı’da ise Varoluşçuluk, Gerçeküstücülük ve Hiççilik akımları hüküm sürmektedir. Ülkemizde hala sosyal gerçeklik ve köy edebiyatı anlayışı sürerken, Demir Özlü,  Erdal Öz, Ferid Edgü, Orhan Duru, Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar, Bilge Karasu gibi isimler Batı’daki yönelimleri benimsemişlerdir. Bu kuşak biraz da Sait Faik’le başlayan bireyin yüceltilmesi tavrını ileriye taşımak, dünya ölçeğinde bir edebiyat yapmak amacındadır. Kimi yorumcular ise bu tutumu “İlk Modernist çıkış” olarak niteler. Bu yönelimin en önemli ismi ise Leyla Erbil’dir.

 

Sevim Burak ise Türk öykücülüğünün en aykırı ve farklı seslerinden biridir. O öykülerinde tümüyle dilin “görüntü” gücüne yaslanmaya çalışır. Biraz da dilin maddesini, cisimsel varlığını önemser. Bu elbette sözün anlamını yitirdiğine ilişkin bir göndermedir. Dönemin bir diğer önemli ismi ise Adalet Ağaoğlu’dur. Adalet Ağaoğlu’nun öyküleri oldukça yoğun bir anlatım çeşitliliğine sahiptir. Bilinç akışı, iç monolog, sembolik anlatım/soyutlama, anlatım çeşitlerinden bazılarıdır. Adalet Ağaoğlu ile birlikte artık öyküde Postmodernizm yavaş yavaş kendini göstermeye başlamaktadır.

 

Tomris Uyar’ın öykü yayınlamaya başladığı 1970’ler öykücülüğümüzün altın yıllarına denk düşer. Daha sonra edebiyat sahnesinde yerini alan Füruzan ise eleştirmenlerce övgü kazanmış, öyküye hareket getirdiği yorumları yapılmış, genelin aksine ilk kitabı “Parasız Yatılı” inanılmaz yoğun bir ilgi görmüştür.

 

Hulki Aktunç’u, öykücülüğümüzün dil bilinci yüksek, yenilikçi, öncü çizgisi olan Vüs’at O. Bener, Tomris Uyar çizgisi ile ilişkilendirmek daha gerçekçidir. Dönemin en çarpıcı isimlerinden Ayfer Tunç ise kendi öykü evrenini kurarak, 1990 sonrası Türk öykücülüğünün öne çıkan isimlerinden biri olmayı başarmıştır. Devamında Bekir Yıldız, İnci Aral, Erendiz Atasü, Murathan Mungan, Nazlı Eray ve daha birçok isim öyküleriyle edebiyat tarihimizde yerini alacaktır. Elbette hepsi bu kadar değil… Bu isimlerin dışında sayamayacağımız kadar çok son derece değerli yazarlarımız var. Hepsi bugünün öykücülerine ışık tutmuş, kalemleriyle çağını aydınlatmışlardır. Dikkat çekici bir başka unsur da son yirmi yılda kadın öykü yazarlarımızın sayısındaki artıştır. Bu, kadının gerek çalışma, gerekse sosyal yaşama daha çok katılır olmasının, kadının her alanda olduğu gibi yazın alanında da artık daha cesur davrandığının bir göstergesidir.

 

Öykü edebi tür olarak kabul edilmesinden bu yana yaşam ve toplumla birlikte şekil değiştirip, gelişmiştir. Yazarın içinde yaşadığı toplumdaki olaylar, değişimler öyküye de yansımaktadır. Öykü, Aysel Y. Gökçelik’ in de söylediği gibi “Yaşamın aynasıdır.” Bu bağlamda 1980 sonrasının apolitik yaşam biçimi öyküye de yansımış, bireyselcilik ön plana çıkmaya başlamıştır. Postmodernizmin her ne kadar apolitik olduğu düşüncesi yaygın olsa da, tam olarak öyle olmadığı 90’lı yıllarda Suzan Samancı, Müge İplikçi ve Cihan Aktaş’ın öykülerinde görülebilir. Geçmişin toplumcu öyküsü aslında kendini kopyalarken, 90’lı yıllar farklılık ve çeşitliliğiyle kendini göstermektedir. Çünkü çağ değişmektedir. Teknolojik hız baş döndürücü bir hal almaktadır. Bilgiye ulaşmak teknolojik olanaklarla daha da kolaylaşmış, artık “Küreselleşme” den söz edilmeye başlanmıştır. İletişimdeki gelişme daha çok okuyan olmasa da daha çok bilen insanlar türetmeye başlamıştır. Köyde bile internete ulaşılabilirlik söz konusu iken artık okuyucunun hala köy edebiyatı ile ilgilenmesi elbette beklenilmemelidir. Murathan Mungan bir söyleşisinde “…Artık Ömer Seyfettin, Sait Faik Çehov ya da Hemingway gibi değil, başka türlü de öyküler yazılabilir. Zamanımızda öykü nasıl zenginleştirilebilir? Olay anlatma dışında artık günümüz yazarı ve okuru da, pek çok farklı koldan akan bilgilerle yüklü, donanmış durumda. Bu olanaktan yeni bir öykü dili doğabilir mi? Benim amaçlarımdan bir tanesi, öyküleme dilini zenginleştirebilmek. Sosyal bilimlerin ve siyasi malzemenin bize öğrettiklerini kullanarak zenginleştirebilmek…” derken kendi “Hamlet ve Hitler”  öyküsünü örnek vererek “Diyelim ki kanepede uzanarak değil de, masada oturarak okunacak bir öykü.” cümlesiyle aslında günümüz öyküsünün nasıl olması gerektiğini çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir.

 

“Kanepede uzanarak değil, masada oturarak okunacak öykü…” Bu bence de çok önemli vurgudur. Bir anlamda, öykünün içinde bulunduğumuz bilgi çağına uyum sağlaması, yazarın buna göre donanımını arttırması gerekliliği, çok şey bilen okurun bilgi birikiminin gerisinde kalmamaktan söz etmektedir.

 

Öykü, 2000’li yıllarda Postmodern yaklaşımlarla birlikte yürüyen bireyci bir anlayışla anılmaya da başlanmıştır. Günümüz dünyasında insan kentsel yaşamla birlikte kalabalıklar içinde yalnızlık yaşamaktadır. 21 Yüzyıl aslında yalnızlıklar yüzyılıdır. Çağın getirdiği her türlü erozyondan kendini koruma kaygısında olan yazar aslında acıklı bir savaş vermektedir. Ondan az zamanda, kısa alanda, çok anlam içerebilmesi, üstelik bunu çarpıcı bir biçimde yapması beklenmektedir. Çünkü okuyucunun kent yaşamında zamanla yarışı vardır. Yazar diğer yandan toplumsal görevini de yapmalıdır. İyiyi, güzeli, doğruyu göstermeli, kültürel erozyona sürüklenmeden dilini korumalı hatta geliştirmelidir. Günümüz öykücüsü aslında gerçekten zor durumda ve kaygılıdır.

 

Diğer yandan günümüz öyküsü hızlı tüketen bir toplumda, dayatılan başka kültürlerin kıskacında büyüyen, bilgisayar ve sınav yarışlarında hayata başlamadan yorulmuş, gelecekle ilgili kaygıları olan umutsuz genç kuşağa da kendini gösterme savaşı vermektedir. Kentsel ve yoğun tempolu yaşam biçiminin sıklığı, zamansızlık sorunu ile ekonomik krizler, alım gücündeki azalma ile okuyucuyu etkilemiştir. Teknoloji yine devreye girmiş ve e-kitabı yaratmış hatta Ayfer Tunç “Bir Maniniz Yoksa Annem Size Gelecek” kitabını önce e-kitap olarak internette yayımlamış, daha sonra baskı sürümünü piyasaya çıkarmıştır. Birçok yazar internet yayımcılığını savunurken, Hasan Ali Toptaş sayfanın ağırlığını parmağında hissetmeyi seven, kitabın altını çizmenin e-kitapta yapılamıyor olmasının bile basılı kitap tercihinde bir neden olarak benimser. Pınar Kür de sanal yayımcılığa soğuk bakanlardandır. Onca emek verilen bir şeye bir çırpıda ulaşmanın haksızlık olduğunu düşünür. Bana göre de güzel olan sayfaları çevirebilmek ve kitabın kokusudur. Kâğıda dokunmanın verdiği huzur hissi ve benim kitapla aramdaki duygusal bağ ve tutkudur.

 

Bütün bunların yanı sıra, tüketim hızı öyle bir noktaya gelmiştir ki, ne yazık ki yazar olabilmek artık reklam olduğu zaman söz konusu olur haldedir. Geniş kitlelere ulaşmak iletişim ve pazarlama tekniklerini kullanmakla mümkün olmaktadır. Yayınevinin maliyet giderlerine katkınızın büyüklüğü oranında ve-veya bir kentin bütün ilan panolarını kiralamışsanız, sizi ve ürününüzü tanıtacak bir menajeriniz varsa, televizyon kanallarının her gün birinde yer alırsanız, büyük gazetelere kocaman ilanlar verebiliyorsanız artık bir yazarsınız demektir. Neredeyse yazdıklarınız değil, tanıtımınızdaki renklilik ve çeşitlilik hatta aykırılık sizi yazar yapmaktadır. Popüler olmak gerekmekte bu da yazarla, Sibel Can, Dansöz Asena, Ankaralı Turgut vs. arasındaki farkı neredeyse ortadan kaldırmaktadır. Önce popüler olduğunuz kadar sizinle ilgilenilecek belki çok daha sonra ne yazdığınıza, nasıl yazdığınıza bakılacaktır. Bütün bunları sağlayamıyorsanız veya karşıysanız kimse sizi tanımak istemeyecek, bir kenarda kalmaya mahkûm olacaksınız demektir.

 

Ödül içeren yarışmalarsa artık inandırıcılığını yitirmiştir. İnci Aral, “Unutmak” isimli biyografik kitabında yarışmalardaki ahbap çavuş ilişkilerini, ciddiyetsizlikleri ve torpil kavramını sert bir şekilde gözler önüne sermekte, yayıncısının kendisinin haberi olmaksızın gönderdiği bir kitabının dışında, hiçbir ödüllü yarışmaya kitaplarını sokmadığından söz etmektedir. Öykücü derin bir umutsuzluk ve kaygı içinde eser üretmektedir. Belki de bu kaygılardan dolayı günümüzde çoğalan dergilerle “Dergi Öykücülüğü”nden söz edilmeye başlanmıştır. “Dergi Öykücülüğü mü, Öykü Dergiciliği mi?” sorusu ise ayrıca araştırılması, incelenmesi gereken bir konudur. Bir yandan özveriyle, üretimi destekleyen, yeni yazarlarla ve öykülerle karşılaştırıcı fayda sağlayan öykü dergileri diğer yandan da neredeyse sadece yazan kişilerle kısıtlı kalmıştır. Ulaşılan kitle zaten öykünün içinde olanların, diğer içindekilerle buluşma noktası olmaktan öteye gidememekte, okuyucu bütün çabalara karşın çemberin dışında kalmakta ve yine tanıtım ve pazarlama sorunu karşımıza dikilmektedir.  

 

Bütün bu olumsuzluklar içinde yine de öyküler yazılmaktadır. Doğuştan gelen o yaratıcı dürtüye sahip olanlar yine de yazmaktadır. Toplumun içinde olan biteni, yüreğinin içindekileri sessizce dışa vurmaktadır. Tıpkı Aysel Y. Gökçelik gibi…

 

Gökçelik yaşadığı kentin her alanındadır bir dönem… Aktivist ve muhalif yapısı O’nu, an gelir meydanlarda, yollarda, an gelir açlık grevi yapanların, güçsüzün, ezilenin yanında yer aldırır. Uzun bir gazetecilik dönemi de vardır Gökçelik’ in. Yazdıklarını ilk olarak gazetelerde paylaşır. Sanat sayfası yönetmenidir. Damar Dergisi’nin Adana temsilciliğini üstlenir. Gazete sayfaları yetmez olduğunda, TINI Edebiyat Dergisi’ni çıkarır, yetmez yayınevini kurar, o da yetmez Tını Sanat Evi’ni sanatseverlerin hizmetine açar.

 

Aysel Y.Gökçelik’ in şair kimliği, yazar kimliğinin bir adım önünde olsa da aslında öykücülüğü çok daha eskidir. İlk olarak Gönlüm Bir Deli Poyraz (1991) ve Bana Gözlerini Susma (1997) adlı şiir kitaplarının yayımlanması Gökçelik’ in daha çok şair olarak tanınmasına neden olmuştur. “Şiire sevdalı, öyküye vurgun” olarak kendini tanımlayan sanatçı Ölmeyi Öğret Bana (1997, 2.Baskı 2005), Kanatılmış Karanfiller (2005) ve son olarak Annemin Aynası (2009) isimli öykü kitaplarını yayımlar.

 

Sevim Yazar, Damar Dergisi’nin 144. sayısındaki bir yazısında Gökçelik’ in şiir ve öykülerinden söz ederken, akıcı anlatımı içindeki dil ustalığından dem vurur ve kalemini “Yürekli, içtenlikli, sevgi dolu” olarak tarifler. Oysa yürekliliği yüreğini sızlatmaktadır Gökçelik’ in… Damar Dergisi 174. sayısı (2005) için Cemile Çavdar’ın kendisiyle yaptığı röportajda içini dökmekte, sözünü sakınmamaktadır. Yazar olmanın hayal kırıklığı ile eş anlamlılığını vurgulamakta, “Çok satan yazar” tanımını eleştirmekte, belli kişi ve çevrelerce desteklenmediği, popüler kültürün içinde yer almadığı sürece yazarın yok sayıldığından söz etmektedir. Oysa 1998’de, Ölmeyi Öğret Bana adlı öykü kitabı, Orhan Kemal Öykü Ödülleri Yarışması’nda 3. lüğe değer bulunmuştur. Bu konuda tek bir satıra rastlayamamasını yine popüler kültürü reddetmesine ve edebiyat dünyasındaki ayrımcı yaklaşıma bağlar. Çok satan yazarların tanıtımlarındaki dikkat çekmek adına yaptıkları aşırılıklardan örnekler verir. Çok satmanın ölçü olmadığını verilerle anlatır Gökçelik. Yayınevlerinin tutumlarını eleştirir. Derneklerin “Taşra” ayrımcılığına sitem eder. Haklıdır da… Günümüzde de artarak devam eden bu çılgınca tüketmenin etkileri edebiyata çoktan bulaşmıştır. Bir yazarın eserini bastırabilmesi için popüler olması neredeyse şart olmuştur. Dernekler ve edebiyat çevrelerince İstanbul’un dışında yaşamanın taşralılık olarak görülmesi ise artık bana göre de çağdışı bir mantıktır. İletişim teknolojisindeki inanılmaz gelişim dünyayı küresel bir köy yaparken, hala İstanbul dışında yaşıyor ve yazıyor olmaya “Taşra” lı olarak bakılması ve küçümsenmesini anlamak olası değildir.

 

Aysel Y. Gökçelik de eserler üretip unutulan ya da yok sayılan birçok öykücü gibi zaman zaman kırılsa da her şeye karşın yazmaya devam eder. Zamansız Bir Mevsim (*) adlı öyküsünde ansızın geliveren bir sevdanın çelişkilerinin arasına “…Bir gün her şey bitecek, değişime uğrayacak evren. Bir başkası tutuverecek bıraktığımız yerden. Kavga biter mi bilemem ama yüreğimin çatışması durulur: Topluma olan borcumun büyük bir bölümünü ödemiş olurum.” diyerek kırgınlığını da usulca iliştiriverir satırlarına… Her gün bakıp görmezden geldiğimiz insanları, farkında bile olmadığımız kadın savaşları, kadının bazen güç aldığı bazen başkaldırmaya ittiği erkeği yazar. Arka sokaklarda, evlerin pencerelerinin gerisinde olup bitenleri, Akdeniz kentlerinin buğulu, sıcak caddelerini, göçe yenilmiş insanların dramatik yaşamlarından kesitler aktarır.

 

Aysel Y.Gökçelik öykülerinde ön planda olan kadın bazen kentli, bazen kırsalda karşımıza çıkar. Öykülerin sergilendiği tablo ne olursa olsun, kentlerin ya da kırsal bölgelerin kenarda köşede kalmış, itilmiş, hatta yok sayılan, görmezden gelinen kesimlerinden gösterilen insan fotoğrafları kılıç gibi keskin bir kalemden süzülüp okurun yüreğini kanatan yüzleşmeler sergiler. Geri plandaki erkek karakterler, kadın kahramanın yaşamını -Çoğu zaman olumsuz yönde- şekillendirirken, biraz da kadın olmanın gerektirdiği savaşçı, direnişçi, sorgulayıcı yanların ortaya çıkmasına neden olur. Gökçelik, bazı öykülerinde kent kadınını konu ediyorsa da, emekçi ve eylemci kadınla da ilgilidir. Töre kıskacındaki kadının acısını, hiçbir yerde yazılı olmayan ama uyulması şart olan kuralların kahramanlarının çaresizliğini çarpıcı bir şekilde yansıtır.

 

Aysel Y. Gökçelik’ in öyküleri öylesine net resimlerle sunulur ki neredeyse sinema tadında sahneler resmedilir o öykülerde… Nilgün (*) adlı öyküsünde;  “Duvara fırlatılan bardaklarla savrulan yaşamını yakalamaya çalışıyor. Tuzla buz olan kristal parçacıklarda kendi yansımasının kırılarak çoğaldığını görüyor. Gözlerinin ya da dudaklarının olmadığı görüntüler. Yarım, üçgen, beşgen yansımalar… Parmak uçlarıyla dokunuyor cam kırıklarına. Okşuyor onları. Tek tek avucuna koyuyor. Coşkulanıyor.” O’nun satırları cisimlere, görüntülere dönüşür, olaylar, insanlar gözünüzün önünde şerit halinde akıp gider.

 

Gökçelik’ in kadınları ilk bakışta yaşamın getirdiklerine boyun eğmiş gibi görünseler de, geri planda kaderine karşı çıkışın, dayatılan kurallarla savaşmanın, ezilmeye başkaldırışın bazen hüzünlü, bazen dramatik, bazen dehşetli örneklerini yaşar ve yaşatırlar.

 

Aşkın da sorgucusudur Aysel Y. Gökçelik. Aşkın her hali bulunabilir O’nun satırlarında… Beklerken’ deki (*) gibi umutsuz bir aşkın şiirsel dili olur: “Dışarıdan bakıldığında çağlayanların coşkusunu andıran bir dünyayım. Suyun ritmik büyüsüne kapılan, güneş boyu süzülen bir yelkenli… Gün kendini tüketirken benim coşkum da tükenir. Ona, o beklenene doğru akamamanın acısı çavlanlaşır. Büyüdükçe acı, bilinmeyen denizlere doğru sürüklenirim.” Anlatımındaki çarpıcılık ve keskin dili ister istemez yüzleşmeyi getirir. İmgelerin güzelleştirdiği ama gölgeleyemediği gerçekçi anlatımı kaçılan, korkulan, yok sayılanla sert ve kaçınılmaz yüzleşmeler yaşatır.

 

Günümüz öykücüleri arasındadır aslında Aysel Y. Gökçelik… Aysel Y. Gökçelik, Çukurova’dan parlayan bir "Kadın" yıldız. Yazmak için doğmuş, tıpkı kısa öyküde devrim yaratan Catherine Mansfield gibi "Yazmak için yaşayan", yaşam enerjisini yazmaktan alan bir anlatıcı. Kadının her halini yaşamış, bilen, gören, duyumsayan bir bilge, bir usta.

 

Tarihin gözleri bir gün gerçeği görecek, “Yatmadan Önce Yüz Fırça Darbesi” ile gerçek sanatı, popüler kültürün getirdiği ile gerçek yazarı birbirinden ayıracak ve hak ettiği yere koyacaktır.

 

 

Dipnot:

 

Necip Tosun’un Günümüz Öyküsü ile ilgili denemelerinden,

Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet.com.tr- Kitap (6.temmuz.2007) e- Kitap yazısından,

İlkay Tuna, Tay Dergisi, Eylül-Aralık 2009 sayısında yayımlanan

Annemin Aynası’nda Parlayan Yıldız: Aysel Y. Gökçelik yazısından yararlanılmıştır.

(*) Ölmeyi Öğret Bana, Aysel Y.Gökçelik, Damar Yayınları, 2005 (2. Baskı)

(*) Annemin Aynası (Nilgün.sy 37), Zemge Yayınları, 2009

(*) Annemin Aynası (Beklerken, sy 23), Zemge Yayınları, 2009

 

(Söke Öykü Roman/ Adana’da Öykü, Roman/ Mayıs-Haziran 2010 sayısında yayınlanmıştır. )

 

 

www.mevsimsiz.net © 2010

 














YAŞAMIN AYNASINDAKİ KADINLAR


 

 

 

YAŞAMIN AYNASINDAKİ KADINLAR

                                             

            Söze nereden başlamalı?

Kadın analardan mı, emanet kadınlardan mı? Eksik eteklerden mi, saçı uzun aklı kısalardan mı?

Bu ve benzeri terimleri çoğaltmak mümkün. Sonuçta kadını ana, eş, sevgili gibi değil de “kaşık düşmanı” olarak gören feodal yapı değişmedikçe, kadına yakıştırılan sıfatlar da değişmeyecektir.

Cinsiyet ayrımcılığı ana rahminde döl tuttuğu andan itibaren başlıyor. “Erkek adamın erkek evladı olur” söylemi, kadını yok saymanın ifadesidir. Bu ifade süreç içinde şiddete dönüşüyor.

Burada şiddet dayak olarak değil, sözsel ve psikolojik baskı olarak çıkıyor karşımıza. Kadın suçluluk duymaya başlıyor. Kendi kimliğinden utanıyor. Erkek çocuk doğuramamanın sancılarını çekiyor.

Toplumun geneline baktığımızda, eğitimsiz kadınlarımızın bu tür bir sorunla daha sık karşılaştığını görüyoruz.

Bir de güneydoğulu kadınların yüreklerine kazınmış bir “kara yazgı” dır sanki erkek çocuk sendromu.

Sorunun kromozomlarda olduğunu bilmeden dövünüp durur kadınlar. XX’in dişi, XY’nin erkek olduğunu bilse sorun çözülecek.

Kromozomlardan da anlaşılacağı gibi “Y” tek başına erkek olamıyor ne yazık ki. Dişi kromozomla birleşince kendi kimliğine kavuşuyor erkek.

Tabi burada bilimsel açıklamalara girişmeyeceğim. Erkek çocuk doğuramamanın kadınların sorunu olmadığını vurgulamak istiyorum.

Hep kadının eğitilmesinden söz ediyoruz.

Kadını eğitmek için öncelikle erkeğin eğitimli olması gerekiyor. Akademik bir eğitim değildir söz konusu olan. Gelenek, görenek ve töre üçgeninin dışına çıkabilmeyi başarmış olan erkek zaten eğitimlidir. Kadını “insan” olarak görebilmeyi başarmış erkek,  ona hak ettiği saygınlığı kazandırmış demektir.

Bugün Türkiye’nin penceresinden baktığımızda, bu üçgenin dışına çıkabilmiş insanların azınlıkta olduğunu görürüz.

“Neden-Sonuç” ilişkisi ortada. Kadın bedeni üzerinden siyaset yapılabiliyorsa bu ülkede; kadının namusu bir erkeğin namusu olarak kabul görüyorsa ve hala “iki bacak arası” edebiyatı prim yapıyorsa; bu kadının güçlü olduğunun göstergesidir. Erkek kadının gücünden korkuyor demektir. Hiçbir erkek çevresinde kendinden daha akıllı ve daha başarılı bir kadına tahammül edemez.

Örnekleyelim isterseniz: Ünlü matematik profesörü Sophie Germain.

Sophie Germain, matematiğe ilgi duymuş biri olarak, alanında ün yapmış bir üniversiteye girmek için başvurur.  Çevresi çok geniş olmasına karşın, sadece erkeklerin okuduğu bu üniversiteye alınmamıştır.

Sophie German’ın matematik tutkusu ağır basar. Erkek kılığına girerek, başka birinin adıyla kayıt yaptırır üniversiteye. Burada dehasıyla dikkat çekmiş; daha sonra kadın olduğu anlaşılınca da pek ses çıkartmamışlar. Ömrünü matematik bilimine adamış olan bu kadın, öldüğünde de erkeklerin kabusu olmuş. Öyle ki, mezar taşına “işsiz” sözcüğünü kazımışlar.

Kadın her koşulda ve her ortamda, fiziksel görüntüsünün aksine erkekten daha güçlüdür. O nazenin görüntüsünün altından -yeri geldiğinde- bin kaplan gücü çıkar ortaya. Toplumun ve erkek egemen sınıfın ona dayattıklarından, yani onu görmek istedikleri yerde tutunmaktan vazgeçecek kadar cesurdur. Hırslıdır. Kadın kimliğini ön plana koymadan (istisnalar kaideyi bozmaz), başarı kapılarını tek tek açar. Ama karşısında acı bir gerçek var: Erkek egemen erk onu yok sayıyor. Bu durumda toplumsal ve sınıfsal baskıya boyun eğmek zorunda kalıyor.

Meclisteki kadın sayısına baktığımızda azınlığın da azınlığı konumundalar. Konu mankeni gibi duruyorlar. Yaşamın aynasındaki kadınların sesi olabilme şansları var mı sizce?

Yani bu coğrafyada kadın olmanın hiçbir ayrıcalığı yoktur. Dayatılanı yaşamak zorunda bırakılıyor kadın.

Üçüncü sayfa haberlerine baktığınızda, kadına yönelik şiddetin en üst noktaya geldiğini görürsünüz. En önemlisi de töre ve namus cinayetleri…

21. yüzyılda, teknoloji çağında hala bunlar yaşanıyorsa, ilkel çağlarda yaşayanlardan daha gerideyiz demektir. En azından ilkel kabilelerde aile kavramı daha güçlüydü. Kadının sözü erkeğin sözüne eşitti.

 

Yaşamın aynasındaki kadınların, yürek aynalarında yeşerttikleri umutlarının, gün ışığında boy vermesi umuduyla…

 

 



2 Aralık 2021 Perşembe

NEDEN YAZIYORUM?


 


NEDEN YAZIYORUM?

 

                                     

            Ben yazmaya başladığımda ”neden yazıyorum?” sorusunu sormamıştım hiç kendime. Böyle bir sorunun varlığından haberdar değildim.

            Dokuz-on yaşındaki bir çocuk neden yazar? Onu yazmaya iten nedenler ne olabilirdi?

Şu an geriye dönüp baktığımda bu soru tüm yalınlığıyla duruyor karşımda. O yaşlarda neden yazmaya başladığımı şimdi daha iyi anlayabiliyorum.

Ben insanlardan kaçmak için yazmanın gücüne sığınmışım. Evet, insanlardan kaçmak için. Kendimi sözlü olarak ifade edemediğim için.

Günümüzde buna “özgüven eksikliği” diyorlar. Bu söz doğru olabilir ama altmışlı yılların sonunda özgüven eksikliğinin ne olduğunu bilmiyorduk ki. Ne psikologla ne de pedagogla tanışmıştık. Anne terliği ve baba bakışı yeterliydi kendimize gelmeye. İç içe geçmiş yaşamların hüküm sürdüğü mahallelerde, en az altı çocuklu, kalabalık aile ortamlarında büyümüştük biz. Ne okul servisimiz ne de özel arabamız vardı. Yağmur, çamur demeden, ayağımızda lastik çizmeler okula yürüyerek gidenlerdendik. Özel ilgi yoktu hiçbirimize, şımartılmanın ne olduğunu bilmezdik. Aile içinde benim gibi çıkıntı biri olduğunda burnu kıvrılır, “icat çıkartma” denilip kıç üstü oturtulurdu. Duygusallığınız başınıza bela olur, dış dünyayla bağınızı koparır ve kendi içinize kapanırsınız. Ve günün birinde öfke patlamaları yaşarsınız. O yaşta birilerine bağırıp çağırmak, kırıp dökmek istiyorsunuz. Çocuksunuz, bunları yapacak olursanız üstüne dayak da yersiniz. Beklenmedik bir anda yazmanın gücüyle tanışırsınız. İçinizi o ak kağıtlara dökmeye başlarsınız.

Ve işte ben yazmaya böyle başladım. Öfkemi, sevincimi, coşkumu yazıyordum. Kimi şiir oluyordu yazdıklarımın kimi de öykü. Bunun ayırımına varamıyordum henüz ama yazıyordum. Yazdıkça okuma gereği hissediyordum. On dört yaşıma geldiğimde Ana, Suç Ve Ceza, Yüz Yıllık Yalnızlık başucu kitaplarım olmuştu.

Hem okuyor hem de yazıyordum. Ama yalnızca kendim için yazıyordum. Dışarıda bir hayat vardı ve durmadan akıyordu. Ekonomik ve siyasal alanda verilen mücadele devam ederken yoksulluk ile yoksunluk arasındaki uçurumun ayırımına varmaya başladım. Birden eylemlerin içinde buluvermişim kendimi. Hak arayanların arasında pankart taşımışım. Ve her gün not düşüyordum ajandama. Böylece günlüklerim oluşmaya başladı. Sadece bana ait yazılar. Sonradan bunun “tarihe not düşmek” olduğunu öğreniyorum.

Seksenli yıllar kırılma noktasıydı. Yüreğimize postal izleri kazındı. Kayıplar, ölümler ve de faili meçhuller soluksuz bırakıyordu beni ve benim gibileri. Birikmiş acılar çığlık olup göğüs kafesini zorluyordu. Eylemler zaman zaman sonuçsuz kalıyordu.

Bir şey yapmalıydım ama ne? Ve M.Ö. söylenmiş olan “söz uçar yazı kalır” sözüne dayanarak yazdıklarımı, daha doğrusu yazacaklarımı paylaşma kararı aldım.

Yaş otuz, yıl 1989 ve ben ilk olarak bir yerel gazetede “köşe yazarı” olarak başladım yazmaya.

Sözün özü: Yaşadığınız coğrafyada toplumun acılarına duyarlı bir yüreğiniz varsa buna ortak olmak için can atıyorsunuz. Bunu yazıyla, müzikle, heykelle, karikatürle, resimle, tiyatroyla, sinemayla anlatmaya ve aktarmaya çalışıyorsunuz. Ben de bu toplumun, kültüründen, kültür mozaiğinden beslenen biri olarak acıda ve sevinçte ayna görevini üstlenmiş durumundayım. Her zaman aynayı önce kendime sonra topluma tutarım. Çünkü insan önce kendine bakmalı ondan sonra yargıda karar kılmalı.

 


AYSEL YENİDOĞANAY’A SORULAR / HUBAN ASENA ÖZKAN












AYSEL YENİDOĞANAY’A SORULAR

                                          

                                                           HUBAN ASENA ÖZKAN

 

 

AKSED SANAT DERNEĞİ ADINA 03 EKİM 2021’DE HUBAN ASENA ÖZKAN İLE İNSTAGRAMDAN CANLI YAYINLA YAPILAN “SÖYLENECEK ÇOK ŞEY VAR” SÖYLEŞİ METNİ

 

1-Aysel Yenidoğanay kimdir?

 

-Yaşadığınız/yaşadığımız coğrafyada toplumun acılarına duyarlı bir yüreğiniz varsa buna ortak olmak için can atıyorsunuz. Bunu yazıyla, müzikle, heykelle, karikatürle, resimle, tiyatroyla, sinemayla anlatmaya ve aktarmaya çalışıyorsunuz. Ben de bu toplumun, kültüründen, kültür mozaiğinden beslenen biri olarak acıda ve sevinçte ayna görevini üstlenmiş durumundayım. Her zaman aynayı önce kendime sonra topluma tutarım. Çünkü insan önce kendine bakmalı ondan sonra yargıda karar kılmalı.

Bu durumda Aysel Yenidoğanay, akan hayatın içinde varolmaya çalışan ve çağına tanıklık etmeye çalışan bir yazar, bir anne, bir eş konumundadır.

 

 

 

 

 

2-Ülkemizde yazar olmanın sıkıntıları nelerdir? Sizin gözünüzden değerlendirildiğinde ne gibi sıkıntılar var?

 

-Ülkemizde yazar olmak, iyi bir okur kitlesine ulaşmak açısından başlı başına sıkıntı zaten. Hele bir de muhalif bir yazarsanız, okur daha bir temkinli yaklaşıyor size.

Bunun dışında yayınevi sorunu yaşıyor yazar. Çok tanınmamış ve çok ödüllü bir yazar değilseniz, ağzınızla kuş yakalasanız, holdingleşmiş yayınevleri kitabınızı basmıyor. Yani kitabınızın çok ve de yok satabilmesi için çok çok ünlü biri olmanız gerekiyor. Ne yazdığınızın önemi yok, üç günde “best seller” olur kitabınız.

Ben bunu çok da sorun etmedim. Hep küçük ve de insana değer veren yayınevleriyle çalıştım. Şu an İzan Yayınlarından çıktı son iki kitabım. 2022 yılında daha önce yayınlanmış olan dört öykü kitabımın da yeni baskıları çıkacak aynı yayınevinden.

 

 

 

 

 

 

 

3-İyi bir yazar olmanın kriterleri var mdır?

 

-Yazarlığın belli kriterleri yoktur. Öncelikle yazar olmaya karar veren kişinin çok iyi bir okur olması gerekiyor. Şiir, öykü, roman, felsefe ve düşünce ağırlıklı kitaplar okumalı. Ve her gün düzenli olarak günlük tutmalı. Ayrıca güncel olayları takip etmeli. Ve bir yazar hangi konuda yazmak istiyorsa iyi bir gözlemci olmak zorunda. İnsan bilmediği bir konuda yazmaya kalkarsa, sonuç hüsran olur.

 

 

 

 

4-Sizin için Tiyatro ne demek? Sahnedeyken neler hissediyorsunuz? Bir rolü oynarken sadece role mi odaklanıyorsunuz yoksa karakteri kendinizle bütünleştiriyor musunuz? Bunun ayrımını nasıl yapıyorsunuz?

 

-Bir insan sahne tozu yutmadan tiyatro sevgisi ne demek anlayamaz.

Tiyatro benim için nefes almak gibi yaşamsal bir olgu.

Doksanlı yıllarda Nazım’ın şiirlerini okuyarak başladım sahne almaya.

Epik tiyatro yapıyordum. Her şey bir oyundu ama hayatın gerçeklerini aktarıyordum. Sahnedeyken siz olmaktan çıkıyorsunuz. Oynadığınız rolle bütünleşiyor ve rol kişisiyle bütünleşiyorsunuz. Sahneden indiğiniz anda rolden çıkmak zorundasınız, çünkü bir sonraki oyunda başka bir karakter olacaksınız. Tiyatroyu bir yaşam biçimi olarak içselleştirmişseniz, karakter ve ben ayırımını kolaylıkla yapabiliyorsunuz.

 

5-Motivasyon koçu olarak da tanıyoruz sizi ve bu alanda atölyeler yaptığınızı biliyoruz. Bu alan oldukça geniş. Sizin uzmanlık alanınız nedir? Reiki, Acsess yada başka bir dalı Vs. Bu konuda biraz bilgi alabilir miyiz?

 

-Öncelikle şunu vurgulamak isterim; reiki ve accses hakkında bilgi sahibiyim ama benim uzmanlık alanımda değil.

Reiki fiziksel, ruhsal ve zihinsel anlamda enerji aktarımı çalışmasıdır. Bloklanmış enerjiyi çözüme kavuşturmak adına yapılan bir çalışma.

Accses’deki çalışma biraz daha farklı: Kafamızda bulunan 32 noktaya hafif dokunuşlarla bilinçaltı temizliği yapılan bir çalışmadır.

Motivasyon çalışması her ikisinden de çok farklı.

Motivasyon atölye çalışması, kişinin kendinde var olan ve farkında olmadığı yeteneklerinin ortaya çıkmasını sağlıyor. Motivasyon koçluğu burada devreye giriyor; ortaya çıkan yeteneğin, süreç içinde hayata geçirmek için izlenecek yol ve yöntemler üzerinde fikir üretiyor ve çözümler üzerine çalışıyoruz.

 

 

 

6-Başak ve Nevre kitabınızdan bahseder misiniz? Kurgusu ve kitabın çıkış amacı hakkında biraz bilgi alabilir

miyiz?

 

            -Başak Ve Nerve, şiddete ve tacize maruz kalmış iki genç kadının romanı. Aslında “ölmek istemiyorum” diyen kadınların, hayatta kalabilme mücadelesini anlattım.

Gerçek bir olaydan yola çıkarak kurgulanmış bir romandır Başak ve Nerve. Yazarken bir amaca hizmet etmek düşüncesiyle başlamıyorsunuz kurguya. Sadece olaylar ve günümüzde yaşananlar var kafanızın içinde. Sona doğru yaklaşırken şöyle diyorsunuz: Hayatı olduğu gibi değil, olmasını istediğim şekilde anlatmalıyım. Başak Ve Nerve’de bunu başardığımı söyleyebilirim. Başardığım kanısına da kitabı okuyanlardan gelen olumlu tepkiler sonucunda vardım.

 

 

 

7-Genellikle yazılarınız kadına şiddet ve kadın cinayetleri hakkında. Bu konuda söylenecek çok şey var ama siz kısaca neler söylemek istersiniz?

 

-köşe yazılarımdan birine “KEŞKE” diye başlık atmıştım. Oradan bir bölüm aktarayım size:

“Keşke Pınar Gültekin, Cemal Metin Avcı’yla hiç tanışmamış olsaydı.
Keşke İpek Er, Musa Orhan’a sığınmasaydı.
Keşke, Kadir Şeker tutuklanmasaydı ve onun gibiler çoğalsaydı.
Keşke, sevgiye en çok ihtiyaç duydukları dönemde kızlarını öldüren babalar olmasaydı.
Keşke, çocuğunun gözü önünde öldürülen anneler olmasa.
Keşke, boşanma aşamasında olan kadınlar, eski kocalarıyla son buluşmaya gitmese.
Keşke erkek çocuklar anne katili olmasa…
Bu keşke’ler uzayıp gider daha.”

Yalnızca Türkiye’de değil dünyanın her yerinde yüzlerce, binlerce, milyonlarca kadın şiddet görüyor, taciz ve tecavüze uğruyor ve sonunda öldürülüyor.

Şiddet gösteren erkeğin eğitimli ya da eğitimsiz olması sonucu değiştirmiyor. Bu sonucu değiştirecek tek şey, adalet kavramının kadınlardan yana işlemesidir. Kadınları koruyan bir yasa olmalı. Şiddet uygulayana ve öldürene ciddi cezai yaptırımlar uygulanmalı. Ve en önemlisi İstanbul Sözleşmesi’nin maddeleri hayata geçirilmeli. Yasalar koruyucu olmadığı sürece kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri son bulmayacaktır.

 

 

8-Bazı kitaplarınızda Aysel Yenidoğanay, bazılarında Aysel Yenidoğanay Gökçelik, bazılarında ise Aysel Y. Gökçelik imzalarını görüyoruz. Bunun özel bir sebebi var mı?

 

-Özel bir sebep kocam! Yazarlık yaşamım evlenmeden çok önce başlamıştı.(Ben kocayı geç buldum.) Evlendikten sonra eşime jest yaptım ve onun da soyadını ekledim. Bir süre sonra soyadım, Kızılderili isimleri gibi uzun gelmeye başladı. Bende Gökçelik’i attım Yenidoğanay’la devam ettim. 2012 yılından sonra “Sıfırdan Başla Mucize Sensin” kitabım yayına hazırlanırken son anda kendi soyadımı kullanmaya karar verdim. Çünkü Yenidoğanay hep yeni başlangıçları simgeliyor. Ruhuma da çok uygun olduğunu düşünüyorum.

 

 

9-Ankara Kültür Sanat Derneği ile tanışmanız nasıl oldu? Aksed hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

 

-Ankara Kültür Sanat Derneği ile sosyal medya aracılığıyla tanıştım. Dernek başkanı Mustafa çelebi Çetinkaya aracılığıyla oldu. Telefonla konuştuk. Pandemi nedeniyle yüz yüze görüşme olanağımız olmadı ama sizin gerçekleştirdiğiniz söyleşileri ve Salıyı Sallayan Şiirler programını izliyorum. Çalışmalarınızı yine sosyal medya aracılığıyla takip ediyorum. Emeği geçen herkesin yüreğine sağlık. Dernek üyelerinin ekip bilinci yüksek; kutluyorum onları. Başarılarınız daim olsun.

 

 

 

10-Gelişen ve ilerleyen teknoloji çağının ve özellikle iletişim araçlarının edebiyat üzerinde etkileri olduğunu düşünüyor musunuz?

 

-Günümüz teknolojisi bilinçli kullanıldığında harikalar yaratıldığını görüyorum. Özellikle pandemi sürecinde teknoloji yaşamımızı kolaylaştırdı. Online eğitimden tutun da  konser, müzik, tiyatro, söyleşi vb. birçok etkinliği evimize taşıdı. Bu edebiyat alanı için de geçerli. Okuyucu-yazar buluşmaları teknoloji sayesinde gerçekleşti. Beni en çok mutlu eden şey, bu iki yıllık süreçte internet kitapçısından sipariş edilen kitaplar. Bu açıdan bakıldığında edebiyat adına olumlu etkiler bıraktığına eminim.

 

 

 

11-İzleyenlerimiz siz nasıl takip edebilir, kitaplarınıza nasıl ulaşabilirler?

 

-Çağımız iletişim çağı. Sosyal medya en etkin alan. Aysel Yenidoğanay yazdıkları zaman beni bulmaları kolay. Eklesinler, mesaj atsınlar, soruları varsa yazsınlar; mutlaka dönüş yapıyorum. Kitaplarıma gelince; şu an raflarda olan kitapları internet kitapçılarından sipariş verdiklerinde iki gün içinde ellerine geçecektir. Olmayanlar da yeni baskılarıyla 2022 yılında raflardaki yerini alacak; burdan da duyurusunu yapmış olayım.

 

 

 

 

 

12-Son olarak bize neler söylemek istersiniz?

 

-Öncelikle Ankara Kültür Sanat Derneği’ne konuk olarak beni ağırladıkları için teşekkür etmek istiyorum. Ve tabi ki en büyük teşekkür size; bu güzel söyleşiyle yazar ve okuru buluşturduğunuz için.

Son olarak eklemek istediğim bir şey var: 16 Ekim’de Ankara’da olacağım. İzan Yayınlarının YAZAR-OKUR buluşmalarına katılacağım.

 

 

 

 

anlamını yitirmiş her şey

susarak konuşuyoruz

toprak kokusuna hasret yüreğimiz

bahar gözlü çocukları susuyoruz

yıkımlar üzerine inşa ettiğimiz

parsellenmiş hayalleri susuyoruz

çığlığımız bize yabancı

çürümüş yaşamları susuyoruz