Günün ilk
saatleriydi. Bardaktan boşanırcasına yağıyordu yağmur. Elimde ağırlık yapmasını
istemediğimden semsiye almamıştım yanıma. Nasıl olsa yaz yağmurudur bu kesilir
az sonra, diye düşünmüştüm.
Ne yazık ki
kesilmemişti. Dolmuş da bulamamıştım. Böyle bir havada boş taksi bulmak milli
piyangodan büyük ikramiyeyi kazanmak gibi bir şey.
Adamakıllı
ıslanmama karşın içimdeki heyecanı bastıramıyordum.
Yazarlık
düşlerimin ilk kahramanıyla tanışacaktım; az şey mi bu?
Kaldığı otele vardığımda gazeteci arkadaşımız
Aydın Caner’in lobide olduğunu görünce derin bir nefes aldım. Aydın Caner Yeni
Adana gazetesi adına söyleşi yapacaktı, bende sanat sayfasına yönelik
hazırlamıştım soruları.
Resepsiyon görevlisiyle kısa bir görüşmenin
ardından yemek salonunda beklendiğimizi öğrendik.
Yukarı çıktık.
Oldukça kalabalıktı salon. Seyhan Belediyesi 3. Kültür Şenliği için Adana’ya
gelen sanatçıların hepsini bir arada görme olasılığı vardı. Hafif bir müzik
eşliğinde, neşeli bir ortamda kahvaltı ediliyordu.
O günkü programda Sanatçılar Parkındaki anıtın
açılışı vardı. Daha sonra Turhan Selçuk’un karikatür, Bedri Baykam’ın resim
sergilerinin açılış kokteyli verilecekti. Bir de İlhan Selçuk ve Erdal
Atabek’in söyleşileri yer alıyordu.
Dipteki masaya
doğru ilerledik. Aydın Caner İlhan Selçuk ile tanıştırdı beni. İlhan Selçuk ile
Aydın Caner bir süre kader birliği etmişler. İkisi tanıdık bir sohbete
koyuluyorlar. Bu arada kitabımı imzalayıp İlhan Selçuk’a veriyorum. Köşe
yazarlığı üzerine konuşuyoruz. Zorluğu, kolaylığı ve de sevme olayı üzerinde
duruyoruz. Sevmeden hiçbir işin zorluğuna katlanılamayacağı gerçeği bir kez
daha çıkıyor ortaya.
Gözlerim Yaşar
Kemal’i arıyor. Görünürlerde yok. Yan tarafta Halil Ergün oturuyor. Ön tarafta
Bedri Baykam ve bayan rehberi. Bedri Baykam’ın önünde, ayakta biri duruyor.
Sırtı bize dönük. Davudi bir sesle konuşan iri yapılı biri. Sonra tok bir
kahkaha ile masamıza yöneliyor. Ben nefesimi tutmak zorunda kalıyorum: Yaşar
Kemal bu!
Tanışıyoruz.
İlklerin heyecanıyla sunuyorum “Gönlüm Bir Deli Poyraz”ı
Bu arada,
Turhan Selçuk ve Erdal Atabek geliyor bulunduğumuz masaya. Koyu bir sohbet
başlıyor. Aydın Caner bu arada teybi çalıştırmış, sorularını yöneltiyor Yaşar
Kemal’e. Röportaj bitmek üzere. Bir soru çekmişti ilgimi. Hem de uzunca bir
soru ve ardından gelen uzunca yanıt…
Sorunun bir
bölümü şöyleydi:
“…. Acaba, eşi
Türkiye’de az bulunan Yeni Adana gibi tarihi çok eskilere dayanan gazetelerin
varlıklarını, yaşamlarını sürdürebilmeleri için, devlet bir şeyler yapamaz mı?
Ya da kurulacak bir vakıf tarafından koruma altına alınamaz mı?”
Yaşar Kemal’in
yanıtı:
“Türk basını
şu anda Türkiye’ye layık olmayan bir basındır. Dünyadaki birçok gazetelerin en
değerli sayfaları kültür ve sanat sayfalarıdır. Ben magazin ağırlıklı bazı
gazeteler için,
Adana
tabiriyle magazin deli kızın donudur, diyorum.
Örneğin;
Türkiye’deki herhangi bir arabesk sanatçısı Türk basını için, dünyanın en büyük
piyanistlerinden biri olan İdil Biret’ten daha önemlidir. Yine diyelim ki bir
Ajda Pekkan, bir İbrahim Tatlıses de Türk basını için bir Ayla Erduran’dan, bir
Suna Kan’dan çok daha değerlidir.
(……) Bizim
edebiyatımız bugün dünyanın tanınmış edebiyatlarındandır. Yalnız ne Yaşar
Kemal’dir ne Aziz Nesin’dir ne de Orhan Kemal’dir. Yani tüm dünyada eserleri
çıkanlar bunlar değildir. Bir sürü gençlerimizin de kitapları çıkıyor dünyada.
Türk edebiyatı yavaş yavaş enternasyonal bir konuma giriyor ki bu en büyük
şairimiz Mazım Hikmet ile başladı.
(….) Herhangi
bir Türk gazetesinde hiçbir zaman ciddi bir sanat, kültür sayfası yoktur. Türk
gazeteleri maalesef sanatı, kültürü ciddiye almıyor. Oysa bir gazetenin,
özellikle haber, röportaj, fotoğraf nasıl özsel ögeleriyse, kültür ve sanat da
dünyadaki iyi gazetelerin özsel ögelerindendir. Bizimkilerin özel ögeleri ise
sadece baldır bacak, sadece kötü müzik. İlaveten kötü edebiyat diyemiyorum,
edebiyatın kötüsüne bile yüz vermiyorlar.
(….) Yemi
Adana’yı senelerce izledim. Kurtuluş savaşındaki tutumundan, çizgisinde
değişiklik yapmadığını gördüm. Yeni Adana’nın şerefli mazisi ve bugünkü durumu
Adana’nın insanlarına kalıyor. Nasıl ki sanatçılara anıt yapılıyorsa, Yeni
Adana gazetesini de bir kültür anıtı sayabiliriz. Yardım edilmesi gerekir.
Vakıflar kurulmalı, kuruluşlar harekete geçmeli ve Yeni Adana layık biçimde
yaşatılmalıdır. Bu herkesin ve hepimizin ödevi olmalıdır.”
Bu arada bir
telefon geliyor Yaşar Kemal’e. Konuşması bitince hemen bir soru yöneltiyorum
ona. Aslında sorudan çok bir merak benimkisi. “ Al Gözüm Seyreyle Salih” adlı
romanını ne kadar sürede yazdığını öğrenmek istiyorum. Aldığım yanıt oldukça
şaşırtıyor beni: “Dört buçuk ay!”
Bir kitap
düşünün; 415 sayfa ve 12 punto ile dizilmiş. Ve bu kitap 4,5 ay gibi kısa bir
sürede bitiyor. “Al Gözüm Seyreyle Salih” in doğumunu anlatıyor Yaşar Kemal:
“İstanbul’da
başladım bu kitaba. 150 sayfasını yazdım. Sonra Şile’ye gittim. Oradaki çocuğu
tanıdım orda. O demirci arkadaşım; demirci Turan vardı. Ondan sonra o 150
sayfayı yırttım. O 150 sayfaya iki-üç ay çalışmıştım. Oturdum o 150 sayfayı
iyice yırttım. Çöp sepetine de atmadım. Yaktım hepsini ele geçmesin diye. Sonra
oturdum yeniden yazdım bu kitabı…”
Merakımı
yenemeyip yeniden soruyorum: Böylesine kısa sürede yazma olayı tüm kitaplarınız
için geçerli mi? Şunu itiraf etmeliyim ki Al Gözüm Seyreyle Salih, binlerce
ayrıntının bir araya geldiği çok güzel bir kitap…
Tümcem
tamamlanmamıştı ki tam bir Adanalı gibi gülüyor Yaşar Kemal: “Bana göre de çok
güzel bir kitap!” diyor. Sonra içecek bir şeyler istiyor garsondan. Konuşmayı
sürdürmek istiyorum:
—Öykülerimi
yazarken pek sabrım olmuyor. Başladığım
yazı çabuk bitsin istiyorum. O kadar ayrıntıya girmek, onları yerli yerine
oturtmak… Biliyorum, burada sabır çok önemli. Çoğu zaman üzerinde iki-üç ay
çalıştıklarımı yırtıp atıyorum. Ama bu kez umutsuzluğa düşüyorum. Benim gibi
yolun başında olanlara ne önerirsiniz?
Yaşar Kemal’den önce İlhan Selçuk alıyor sözü:
“Benim gördüğüm Yaşar Kemal bir kuyumcu gibi işliyor kelimeleri…”
O davudi ses tonuyla yeniden gülüyor Yaşar
Kemal ve soruma bir açıklık getiriyor:
“Dur, dur! Al
Gözüm Seyreyle Salih’i ölçü olarak alma. Bir kitap dört ayda bittiği gibi dört
yılda da bitmeyebilir. Mesela son kitabım KİMSECİK 4,5 yıl sürdü. Omu biraz
daha ince işledim…”
Yeniden
gülüşmeler oluyor. Bu yanıt karşısında biraz olsun rahatlıyorum. Yazma olayında
en önemli etkenin irade olduğu bir kez daha kanıtlanmış oluyor. İrade ve sabır
birleşince başarılı olmamak için hiçbir neden yok. Önemli olan pes etmemek.
Konuya yoğunlaştıktan sonra geriye yalnızca yazmak kalıyor.
Zamanımızın
geri kalan bölümünde soru yöneltmiyorum. Sohbet ediyoruz. Aydın Caner bir ara
İlhan Selçuk’a soruyor:
“Yaşar Kemal
mi yoksa siz mi daha büyüksünüz?”
İlhan Selçuk şaka yollu yanıtlıyor:
“Yaşar Kemal
yaşça benden büyük ama akıl yönünden ben ondan daha büyüğüm…”
Gülüşmeler
oluyor. Sohbete katılmış görünüyorum ama aklım Yaşar Kemal’ e daha önce sorulan
bir soruda takılı kalmış: “Yani 1973’ten beri Nobel Edebiyat Ödülü’ne
adaylığınız sürüyor ve siz yaşadığınız sürece adaylığınız da sürecek öyle
mi?” Yanıt: “Tabi, her yıl adayım…”
Sohbetimiz sona eriyor. Teşekkür edip
ayrılıyoruz. Dışarıda alabildiğine güneşli bir gün. Hafiften yağmur
serpiştiriyor gökyüzü. Sınırsız bir coşku sarıyor yüreğimi. Ve bir dilek boy
veriyor yüreğimin koyaklarında:
—Umarım Nobel
Edebiyat ödülünü Yaşar Kemal kazanır bu kez…(1992)