15 Nisan 2020 Çarşamba

EMANET/ ÖYKÜ










EMANET

Gecenin içinden geçiyordu. O ürkütücü, kendi yalnızlığında hüküm giymiş, terkedilmiş gibi görünen gecenin…
Biliyordu, yalnız değildi gece. Fahişeler girerdi koynuna usulca. Evsizler yorgan yapardı onu, yolcusuz durakların banklarında. Adı ‘tinerci’ olan çocuklar gizlenirdi kuytularında. Ve düzenin koruyucuları ‘asayiş’i sağlardı kentin tüm giriş çıkışlarında. Sabahın sisi dağılıpta çokkatlı binaların tepelerinden süzülünce güneş, unutulurdu gece ve tüm yaşananlar…
Gecenin bilinmezliğine doğru ilerlerken korkuyordu. Kendi adımlarından ürküyordu. Arkasına bakıyordu arada bir. Ya bir tinerci çocuğun saldırısına uğrarsa? Ya bir polis arabası duruverirse yanı başında? Ya ‘piyasaya çıkan’ biri sanırlarsa onu? Evle fabrika arası bu kadar uzun muydu? Soluksuz kalmıştı sanki. İstem dışı, gözünün altındaki morluklara uzandı parmakları. Acı, eski bir dost gibi gelip yüreğine oturdu. Aynalara yasaklı yüzünü başındaki örtüyle gizlemeye çalıştı.
Işıklı bir denizi andırıyordu D 400 karayolu. Yakınlaşıp uzaklaşan araçların farları, suların üstünde oynaşan yakamozlar gibi süzülüyorlar asfalta. Yol boyunca uzanan turunç ağaçlarının, tozla karışık savrulan kokusu doluyordu ciğerlerine. İçinden habire söyleniyordu: Korkacak bir şey yok! Yok aslında bir şey! Üst geçide az kaldı. Az kaldı yolun karşı tarafına geçmeye…
Üşüyordu. Kazakları, çorapları üst üste giyinmişti, yine de üşüyordu. Kızının zeytin karası gözleri düştü usuna. Sıcacık oldu yüreği. Bu dünyada temiz olan tek şey o. Öylesine masum, öylesine korunmaya muhtaç… Onu, gecenin kirli ellerine bırakıp gelmek işkencelerin en büyüğü… Sıcaklığına sarındığı görüntü paramparça oldu… Kızı uyanmış mıdır? Ağlama krizine tutulmuş mudur yine? Sızıp kalmıştır baba bir köşede, duymaz ki sesini. Duysa da basar tokadı: “Ne zırlıyon gecenin bir vakti? Anası kılıklı şey! Zıbarsana’””
Coşku, bayramlık giysileri oluyordu gündüz vardiyasında. Baba eve erken gelmediğinden akşamların tamamı kendilerine kalıyordu. Gece kızını koynuna alıp masallar anlatıyordu; sonu mutlu biten masallar…
Evi yakın olanlara fabrikanın servisi yoktu. Gündüz neyse de gece zor oluyordu. Kadınlar ya babaya tutunuyorlardı ya da kocaya. Bir de kendi gibi hiçbir dala tutunamayanlar vardı. Kocanın varlığı içkiliyken belli ediyordu kendini. “Avansı sağlam istiyorum. Kuruşu eksik gelirse olacakları sen düşün!” kahve köşelerinden çıkmayan, ganyan bayilerini dünyanın merkezi sayan, her çekiliş öncesi lotodan trilyonlar kazanan, kurduğu düşlerle dünyayı fetheden bir koca ne işe yarar? Kaç kez ayrılmayı denedi, olmadı. Bıçakla yürüdü üzerine. Tekme tokat sokağa attı. “Sıkıyorsa boşan da görelim. Ulan seni de boğarım kızını da! O senin kızın zaten, ben bilmiyor muyum? Kim bilir kimden peydahladın onu? Vardiya orospusu n’olacak!”
Baba evine de gidemiyordu. “Törelerimize göre, baba evinden gelinlikle çıkarsa bir kız, namusunu kocasına emanet etmiştir. Kefensiz geri dönüşü olmaz. Ölmeden diri diri mezara mı gömeceksin bizi? İki paralık mı edeceksin şerefimizi?”
Önce babama emanetmiş namusum, sonra kocama. Kendi namusum niye soruluyor ki onlardan? Bir başka erkeğe açılmıyorsa bacaklarım, kocamın korkusundan mı? Aşk nedir, sevgi nedir bilmediğimi mi sanıyorlar?
Emanet! Emanet! Emanet! Kusmak istiyordu. Ya kızının namusu? O kime emanetti? Çatlamak üzereydi başı. İç konuşmalarının önüne geçemiyordu. Dayağa ve parasızlığa ne kadar dayanabilir insan? “Sıkma canını, bak ekonomik özgürlüğün var. Boşa kocanı, al kızını yanına, o kreşe sen işe gül gibi geçinip gidersiniz. Ev de senin adınaymış zaten.”  Değil, ev benim adıma değil. Ne var ne yok hepsi onun adına. Bankaya ipotekli ev. Taksitleri ödenmiyor, icranın gelmesi yakın. Atılmamız an meselesi. Maaşımdan başka bir yatırımım yok. Yok işte yok! Adam ölüm tehditleri savuruyor durmadan. Kendi canım neyse de kızımın gül tenine nasıl kıyarım? Ölmez de sakat kalırsam daha bi acı çekmez miyim? Yok, yok, sağ bırakmaz bu adam, ikimizi de öldürür. Belki öldürmez de işkence eder hep. Elindeki kaynağı kurutur mu hiç? Ben altılı ganyan kuponuyum. Ben sayısal loto kuponuyum. Ben beş artı birim. Ben iddiayım. Ben… Ben…
Ah gece… Alabildiğine aydınlık ve alabildiğine karanlık. Bir o kadar da acımasız. Tekerlek izlerini silmeyi hüner sayan gece. Kamyon şoförlerinin kaç yüreği ezip geçtiğini bir sen bilirsin gece ve bir de sen D 400…
Kamyonların, tırların ve şehirlerarası otobüslerin geçiş saatidir şimdi. Turunç ağaçları yapraklarını hışırdatır öfkeyle. “Mola saati”ne gözcülük etmenin utancıyla sararır meyveleri. Bilirler ki ‘kaldırım tesisleri’ hizmetini sunmaya hazırdır. Pır pır eden serçe yürekler pazarlığa tutuşur önce. Arada bir arkaya göz atılır. Yeniden bir hışırtı başlar turunç ağaçlarının yapraklarında: Hizmet onaylanmıştır. “Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.”
Sen nelere tanıksın D 400… Şalvarlı, eşofmanlı kadınlar adımlar kaldırrımlarını. Kimi genç kızlığa adım atmamış ‘çocuk’ kadınlar. Aç çocuğunu doyurmaya çalışacak kimi, kimi de doymak bilmeyen kocasını. Kimi de sevgili bellediği pezevengini susturacak. Tele-volelere çıkan kızlar gibi, lüks otellerde, geceliği bilmem kaç dolara, temiz çarşaflı bir yatakta son bulmayacak bu iş. Tek kişilik tarifeden kim bilir kaç kişi abanacaktır üzerine. Debelendikçe batağın içine sürüklenecek. Gecenin duvarına çarpıp yerlere saçılacak çığlığı…
İşte karşısındaydı üst geçit. Basamakları adımlarken, küt küt atıyordu kalbi. 4.80 m’lik mesafeye ulaşınca, orta yerde durup aşağıya baktı. Ucuz tarifeli bir fahişenin bacak arasını andırıyordu geçidin altı. Zamanın akışından daha hızlı dalıyorlardı araçlar, doyumun ne olduğunu bilmeyen kadının gövdesine. Gün boyu kendi ölümüne seyirci kala kala geleni kucaklıyor, gideni uğurluyordu. Dilinde sözlerini unuttuğu bir şarkı: “Kimseler görmedi seviştiğimiz/kimseler duymadı ağladığımı…”
Bu kez iliklerine kadar işledi soğuk. Düşündükleri kanını dondurmak üzereydi: evet, bu üst geçit gibi her gün ırzına geçiliyordu. Hem de nikahlı kocası tarafından. Kızının gözleri önünde… Söverek, döverek; eti koparıla koparıla tekrarlanan bir kabus… Dört yaşındaki bir çocuğa, babasının bacakları arasından sarkan şeyin ne olduğu nasıl anlatılabilir? Sıçrayarak uyanmalar, uykuda ağlamalar bu görüntülerin izlerini taşıyor olmalı. Başka açıklaması olabilir mi? Korkuyor. Çocuğum korkuyor! Ona da mı? Yok, yok, olamaz! Emanete hıyanet eder mi? EDER! Kendi kızı olmadığını düşünüyor. EDER! Ederr, eder, eder… HAYIR! Çığlığı vardiya değişimine hazırlanan işçilere kadar uzandı. Köprünün basamaklarını inmeye başlasa, fabrikaya üç adım kalacak. Kıpırdayamıyordu. Başı dönüyor, tutunduğu demirler ateş olup yakıyordu avuçlarını. Ani bir kararla geri döndü. Korkarak, ürkerek, başı önde geldiği yolu uçarcasına katetti.  Evin önü ne vardığında baş dönmesi geçmişti. Sakin olmaya çalışarak anahtarı kilidin içinde çevirdi. Lambayı yakmadan, alışkın adımlarla koridorun sonundaki yatak odasına yöneldi. Ölgün bir ışık sızıyordu kapı altından. Fısıldaşmalar duydu önce, ardından acıyla inleyen bir ses: Anne! Kanının çekildiğini hissetti. Sesin geldiği yöne bakmadan mutfağa koştu. Eline geçirdiği bıçakla… Kan! Kendi yatağı kan gölüne dönmüştü. Elleri, yüzü, giysileri kan! Bana dokunma, bana dokunma!” diye yalvaran bir ses kulaklarını tırmalıyordu.
-Anneeeeeee!
Kızı kollarındaydı. İyi görünüyordu.
“Esma teyze geldi anne. Sen gidince o hep geliyor. Babamı uyuttuktan sonra bana yemek hazırlıyor. Ona ne oldu anne, niye bağırıyor?”
Esma! Karşı komşu. Geçkin dul… Beni her zaman gülerek uğurlayan… (Güle güle komşu. Çocuğu merak etme sen, ona göz kulak olurum.) çocuğumu emanet ettiğim kadın! Kocamla… Her gece… Her gece… Alot alta… Üst üste… Kızımın gözü önünde…
Şimdi çocuğumu kime emanet edeceğim ben?

10 Nisan 2020 Cuma

LEKE




LEKE

Çekyatın üzerindeki leke geçmedi. Ariel actice Color mu kullansam, Kosla sıvı mı? Ace de olabilir.  Ace’nin renkliler için olanı yok. Var dsa ben mi bilmiyorum. En iyisi klasik yöntem: Sabunlu soğuk su.  (İçimdeki yara nasıl temizlenecek?) rengi solar diye endişelenmek de yok. (Benim yaramın rengi de gitgide koyulaşıyor.) hava iyiyken halıları da güneşlendirmek gerek. Perdeler de uzun süredir yıkanmıyor. Camlar da silinir bu arada. Ayrıca yastıkları kabartmalı, nevresimleri değiştirmeli. Akşam için tatlı ya da pasta yapmalıyım. Bir de kol böreği sürsem fırına; peynirli, kekikli bir börek. (Bunu bana yapmamalıydı! Yapmamalıydı bunu bana.)
Her şeye boş verip televizyonun karşısına geçmeli ve zaping yapmalı. Saçma sapan dizilere takılırım. Bor şarkılı Türk filmlerinin saatidir şimdi. Şansıma Ferdi Tayfur çıkar belki. Ağlayacağım yerde gülmekten kırılırım. (Güldükçe yürek yaram iyileşir mi?)
En iyisi ölesiye çalışmak. Salatadan başlamalıyım. Marulu ince ince doğramalı önce. Üzerine kırmızı lahana rendelemeli. Domateslerin kabuğu soyulmadan doğranmalı; sulanmaması için. (O da öyle sever.) Yeşil biber, nane, maydanoz… En son turp ve havuç rendesiyle süslemeli. Bir de domates kabuğundan gül oturtmalı ortaya. Ya da salatalıktan bir yelkenli. (Rüzgar vurdukça şişen, kabaran denize inat güneşe doğru yol alan bir yelkenlinin içinde olmak ne güzel. Martı özgürlüğünde, mavi çarşafın üzerinde gökyüzüyle sere serpe sevişmek…)
Az daha unutuyordum; pul biber serpmeliyim üzerine, zehir gibi acı olanından. (Zehir oldu ağzımın tadı, zehir!) limon ve tuzu servis yaparken koymalı… (Yarama tuz bassam, sulandıkça akıtır mı zehri?)
Evet, evet; salata yapmak akıllıca. Epey zamanımı alır. “”Alo! Orda mısın? Rahatta mısın?” hayır, rahat değilim. Sen de nereden çıktın? Türk filmi yok muydu az önce? Ha, klipmiş! Bak, yine kanal atlamışım…
Uyumalıyım. Battaniyeyi başımın tepesine çekip uyumalıyım. Ağlamayacağım işte. Sevdiğim –onun sevdiği- hiçbir şeyi yapmayacağım. Onur Akın, Hakan Yeşilyurt dinlemek yok. Selda da yok Livaneli de… Hele Sezen hiç mi hiç yok! Kitap okumayacağım, Attila ilhan izlemeyeceğim; Selim İleri de… Resim sergisi, imza günleri, söyleşiler, paneller; tiyatro, sinema, konser, onlar da neymiş? Ev kadınlığı tam bana göre. İnce ince danteller örerim, arasına ince düşünceler karıştırmadan. Dolar ya da Avro gününe katılırım. Hiç tanımadığım onca kadının arasında, dedikodu pazarının kurulmasına ortak olurum. Ev sahibesi mutfaktayken pastaların, keklerin, böreklerin ne kadar acemice yapıldığını çekiştiririz. Elbisesinin modaya uymadığını, sarıya boyalı saçlarının dipten çıkan siyahların yüzünü nasıl çirkinleştirdiğini; hafifçe kilo mu almış ne muhabbetine dalarız. Odaya girince de yüzümüze en güleç maskeyi takınır, her şeyin ne kadar güzel olduğunu ve ne kadar harika göründüğünü söyleriz.
Ağlayacağım ya, kesinlikle ağlayacağım. Bu ben değilim, ben değilim bu ya! Bilerek mi edilgenleştim? İtiraf etmek zor. Evet, baştan kabul ettim ev kadınlığını. Aman çocuklar bakıcı elinde büyümesin, aman başkasının huyunu kapıp uyumsuz olmasın. Bakıcı veya kreşte bakılan çocukların hepsi uyumsuz mu? İşten ayrılmak kolay. Sıkıyorsa şimdi iş bul, işsizler ordusunun arasında…
Ağzımın tadı zehir, yaşamım zehir. “Bu saatten sonra nerde iş bulacaksın?” Haklı. O, erkekler dünyasında yerini sağlamlaştırmış. Ya ben? Onun sevdiği kadın, -tabi seviyorsa- çocuklarının anası. Evet bu, işte bu: Çocuklarının anası! “İstifa etmemeni söylemiştim. Sonradan pişman olacağını da.””
“Ben sana söylemiştim!” tümcesinden nefret ediyorum. Haklı, ama beni anlamıyor. Bir arkadaşın sözleri çok etkilemişti beni: “En güzel sanat çocuk yetiştirme sanatıdır.” Bu7na kandım. İki oğluma da kendim baktığım için pişman değilim. İlk zamanlar doya doya tadını çıkardım. Günler aylara, aylar yıllara eklendikçe çocuklar büyüdü. Onlar büyüdükçe yüreğimdeki boşluğun da büyüdüğünü gördüm. Çocuklar okulda, baba işte, ben konuk kabulünde… Yeter artık. YETER! Nefes almak istiyorum. Kanatlanıp uçmak istiyorum. Eş*-dost, konu-komşu, akraba-arkadaş ağırlamak istemiyorum. Yemek, bulaşık, ütü, temizlik yapmak istemiyorum. Depresyonlu, obez bir kadın  da olmak istemiyorum. Ben hayatımı geri istiyorum. Çalışmak istiyorum, çalışmak…
Atlıkarıncalar dolanıyordu kafasının içinde. Düşünceler şahlanıp dörtnala uçuyorlardı. Hangi işe elini attıysa yarım kaldı. Evin içi ruh haline uygun bir dağınıklığa büründü. Her şeyi olduğu gibi bırakıp, lekeli çekyatın üzerinde uykuya daldı…