EMANET
Gecenin içinden geçiyordu. O ürkütücü, kendi yalnızlığında
hüküm giymiş, terkedilmiş gibi görünen gecenin…
Biliyordu, yalnız değildi gece. Fahişeler girerdi koynuna
usulca. Evsizler yorgan yapardı onu, yolcusuz durakların banklarında. Adı
‘tinerci’ olan çocuklar gizlenirdi kuytularında. Ve düzenin koruyucuları
‘asayiş’i sağlardı kentin tüm giriş çıkışlarında. Sabahın sisi dağılıpta
çokkatlı binaların tepelerinden süzülünce güneş, unutulurdu gece ve tüm
yaşananlar…
Gecenin bilinmezliğine doğru ilerlerken korkuyordu. Kendi
adımlarından ürküyordu. Arkasına bakıyordu arada bir. Ya bir tinerci çocuğun
saldırısına uğrarsa? Ya bir polis arabası duruverirse yanı başında? Ya
‘piyasaya çıkan’ biri sanırlarsa onu? Evle fabrika arası bu kadar uzun muydu?
Soluksuz kalmıştı sanki. İstem dışı, gözünün altındaki morluklara uzandı
parmakları. Acı, eski bir dost gibi gelip yüreğine oturdu. Aynalara yasaklı
yüzünü başındaki örtüyle gizlemeye çalıştı.
Işıklı bir denizi andırıyordu D 400 karayolu. Yakınlaşıp
uzaklaşan araçların farları, suların üstünde oynaşan yakamozlar gibi
süzülüyorlar asfalta. Yol boyunca uzanan turunç ağaçlarının, tozla karışık
savrulan kokusu doluyordu ciğerlerine. İçinden habire söyleniyordu: Korkacak
bir şey yok! Yok aslında bir şey! Üst geçide az kaldı. Az kaldı yolun karşı
tarafına geçmeye…
Üşüyordu. Kazakları, çorapları üst üste giyinmişti, yine de
üşüyordu. Kızının zeytin karası gözleri düştü usuna. Sıcacık oldu yüreği. Bu
dünyada temiz olan tek şey o. Öylesine masum, öylesine korunmaya muhtaç… Onu,
gecenin kirli ellerine bırakıp gelmek işkencelerin en büyüğü… Sıcaklığına
sarındığı görüntü paramparça oldu… Kızı uyanmış mıdır? Ağlama krizine tutulmuş
mudur yine? Sızıp kalmıştır baba bir köşede, duymaz ki sesini. Duysa da basar
tokadı: “Ne zırlıyon gecenin bir vakti? Anası kılıklı şey! Zıbarsana’””
Coşku, bayramlık giysileri oluyordu gündüz vardiyasında. Baba
eve erken gelmediğinden akşamların tamamı kendilerine kalıyordu. Gece kızını
koynuna alıp masallar anlatıyordu; sonu mutlu biten masallar…
Evi yakın olanlara fabrikanın servisi yoktu. Gündüz neyse de
gece zor oluyordu. Kadınlar ya babaya tutunuyorlardı ya da kocaya. Bir de kendi
gibi hiçbir dala tutunamayanlar vardı. Kocanın varlığı içkiliyken belli ediyordu
kendini. “Avansı sağlam istiyorum. Kuruşu eksik gelirse olacakları sen düşün!”
kahve köşelerinden çıkmayan, ganyan bayilerini dünyanın merkezi sayan, her
çekiliş öncesi lotodan trilyonlar kazanan, kurduğu düşlerle dünyayı fetheden
bir koca ne işe yarar? Kaç kez ayrılmayı denedi, olmadı. Bıçakla yürüdü
üzerine. Tekme tokat sokağa attı. “Sıkıyorsa boşan da görelim. Ulan seni de
boğarım kızını da! O senin kızın zaten, ben bilmiyor muyum? Kim bilir kimden
peydahladın onu? Vardiya orospusu n’olacak!”
Baba evine de gidemiyordu. “Törelerimize göre, baba evinden
gelinlikle çıkarsa bir kız, namusunu kocasına emanet etmiştir. Kefensiz geri
dönüşü olmaz. Ölmeden diri diri mezara mı gömeceksin bizi? İki paralık mı
edeceksin şerefimizi?”
Önce babama emanetmiş namusum, sonra kocama. Kendi namusum
niye soruluyor ki onlardan? Bir başka erkeğe açılmıyorsa bacaklarım, kocamın
korkusundan mı? Aşk nedir, sevgi nedir bilmediğimi mi sanıyorlar?
Emanet! Emanet! Emanet! Kusmak istiyordu. Ya kızının namusu?
O kime emanetti? Çatlamak üzereydi başı. İç konuşmalarının önüne geçemiyordu.
Dayağa ve parasızlığa ne kadar dayanabilir insan? “Sıkma canını, bak ekonomik
özgürlüğün var. Boşa kocanı, al kızını yanına, o kreşe sen işe gül gibi geçinip
gidersiniz. Ev de senin adınaymış zaten.”
Değil, ev benim adıma değil. Ne var ne yok hepsi onun adına. Bankaya
ipotekli ev. Taksitleri ödenmiyor, icranın gelmesi yakın. Atılmamız an
meselesi. Maaşımdan başka bir yatırımım yok. Yok işte yok! Adam ölüm tehditleri
savuruyor durmadan. Kendi canım neyse de kızımın gül tenine nasıl kıyarım?
Ölmez de sakat kalırsam daha bi acı çekmez miyim? Yok, yok, sağ bırakmaz bu
adam, ikimizi de öldürür. Belki öldürmez de işkence eder hep. Elindeki kaynağı
kurutur mu hiç? Ben altılı ganyan kuponuyum. Ben sayısal loto kuponuyum. Ben
beş artı birim. Ben iddiayım. Ben… Ben…
Ah gece… Alabildiğine aydınlık ve alabildiğine karanlık. Bir
o kadar da acımasız. Tekerlek izlerini silmeyi hüner sayan gece. Kamyon
şoförlerinin kaç yüreği ezip geçtiğini bir sen bilirsin gece ve bir de sen D
400…
Kamyonların, tırların ve şehirlerarası otobüslerin geçiş
saatidir şimdi. Turunç ağaçları yapraklarını hışırdatır öfkeyle. “Mola saati”ne
gözcülük etmenin utancıyla sararır meyveleri. Bilirler ki ‘kaldırım tesisleri’
hizmetini sunmaya hazırdır. Pır pır eden serçe yürekler pazarlığa tutuşur önce.
Arada bir arkaya göz atılır. Yeniden bir hışırtı başlar turunç ağaçlarının
yapraklarında: Hizmet onaylanmıştır. “Meçhule giden bir gemi kalkar bu
limandan.”
Sen nelere tanıksın D 400… Şalvarlı, eşofmanlı kadınlar
adımlar kaldırrımlarını. Kimi genç kızlığa adım atmamış ‘çocuk’ kadınlar. Aç çocuğunu
doyurmaya çalışacak kimi, kimi de doymak bilmeyen kocasını. Kimi de sevgili
bellediği pezevengini susturacak. Tele-volelere çıkan kızlar gibi, lüks
otellerde, geceliği bilmem kaç dolara, temiz çarşaflı bir yatakta son
bulmayacak bu iş. Tek kişilik tarifeden kim bilir kaç kişi abanacaktır üzerine.
Debelendikçe batağın içine sürüklenecek. Gecenin duvarına çarpıp yerlere
saçılacak çığlığı…
İşte karşısındaydı üst geçit. Basamakları adımlarken, küt küt
atıyordu kalbi. 4.80 m’lik mesafeye ulaşınca, orta yerde durup aşağıya baktı. Ucuz
tarifeli bir fahişenin bacak arasını andırıyordu geçidin altı. Zamanın akışından
daha hızlı dalıyorlardı araçlar, doyumun ne olduğunu bilmeyen kadının
gövdesine. Gün boyu kendi ölümüne seyirci kala kala geleni kucaklıyor, gideni
uğurluyordu. Dilinde sözlerini unuttuğu bir şarkı: “Kimseler görmedi
seviştiğimiz/kimseler duymadı ağladığımı…”
Bu kez iliklerine kadar işledi soğuk. Düşündükleri kanını
dondurmak üzereydi: evet, bu üst geçit gibi her gün ırzına geçiliyordu. Hem de
nikahlı kocası tarafından. Kızının gözleri önünde… Söverek, döverek; eti
koparıla koparıla tekrarlanan bir kabus… Dört yaşındaki bir çocuğa, babasının
bacakları arasından sarkan şeyin ne olduğu nasıl anlatılabilir? Sıçrayarak uyanmalar,
uykuda ağlamalar bu görüntülerin izlerini taşıyor olmalı. Başka açıklaması
olabilir mi? Korkuyor. Çocuğum korkuyor! Ona da mı? Yok, yok, olamaz! Emanete hıyanet
eder mi? EDER! Kendi kızı olmadığını düşünüyor. EDER! Ederr, eder, eder… HAYIR!
Çığlığı vardiya değişimine hazırlanan işçilere kadar uzandı. Köprünün basamaklarını
inmeye başlasa, fabrikaya üç adım kalacak. Kıpırdayamıyordu. Başı dönüyor,
tutunduğu demirler ateş olup yakıyordu avuçlarını. Ani bir kararla geri döndü. Korkarak,
ürkerek, başı önde geldiği yolu uçarcasına katetti. Evin önü ne vardığında baş dönmesi geçmişti. Sakin
olmaya çalışarak anahtarı kilidin içinde çevirdi. Lambayı yakmadan, alışkın
adımlarla koridorun sonundaki yatak odasına yöneldi. Ölgün bir ışık sızıyordu
kapı altından. Fısıldaşmalar duydu önce, ardından acıyla inleyen bir ses: Anne!
Kanının çekildiğini hissetti. Sesin geldiği yöne bakmadan mutfağa koştu. Eline geçirdiği
bıçakla… Kan! Kendi yatağı kan gölüne dönmüştü. Elleri, yüzü, giysileri kan!
Bana dokunma, bana dokunma!” diye yalvaran bir ses kulaklarını tırmalıyordu.
-Anneeeeeee!
Kızı kollarındaydı. İyi görünüyordu.
“Esma teyze geldi anne. Sen gidince o hep geliyor. Babamı uyuttuktan
sonra bana yemek hazırlıyor. Ona ne oldu anne, niye bağırıyor?”
Esma! Karşı komşu. Geçkin dul… Beni her zaman gülerek
uğurlayan… (Güle güle komşu. Çocuğu merak etme sen, ona göz kulak olurum.) çocuğumu
emanet ettiğim kadın! Kocamla… Her gece… Her gece… Alot alta… Üst üste… Kızımın
gözü önünde…
Şimdi çocuğumu kime emanet edeceğim ben?