YAZI DÜKKANI
YAZI
DÜKKANI GÜNLÜK'TEN
"AŞK NEDİR"
"AŞK NEDİR"
Bu başlık, hedefi saptırılmış bir
söyleşinin ana konusuna dönüşmüş halidir.
Yaklaşık on beş yıl önce 25 Kasım
Uluslararası Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Dayanışma Günü” çerçevesinde
“KADIN, AŞK VE ŞİDDET” konusunu işleyecektik.
“Kadınların Tarihsel Süreçte Psikolojik Yapısı”, “Kadına
Yönelik Fiziksel ve Psikolojik Şiddet”,
“Cinsel Taciz”, “Töre Cinayetleri ve İntiharlar”, “Aşkın İçindeki Şiddet”
“Burjuva Aşk”, “Feodal Aşk” konu
başlıklarımızdı.
Konuşmacı arkadaşlarla yerimizi
aldık. İlk konuşmacı da bendim.
Yaklaşık yüzeli kişinin katıldığı
söyleşinin en ilgi çeken bölümü tabi ki ‘aşk’tı.
Erkeklerin azınlıkta olduğu bir
topluluğun önünde ‘kadın hakları savunuculuğu’ yapıyorduk.
Bugüne kadar ezilen, sömürülen,
baskı gören, şiddete ve cinsel tacize maruz kalan, “sofradaki yeri öküzümüzden
sonra gelen” mal olarak görülen kadınların sesiydik. Edilgen kadın portresine
son! Yaşasın devingen kadın…
Konu başlıklarından da anlaşılacağı
gibi uzun uzun konuştuk. Arada sorular geliyor, yanıtlıyorduk. Azınlıkta kalan
erkek dinleyiciler zaman zaman savunma mekanizması oluşturuyorlardı ama
kanıtlanmış şiddet portrelerini çizdiğimizde geri adım atıyorlardı. Burjuva Aşk
ve Feodal Aşk söylemi gündeme gelene kadar sürdü bu. Sonra olanlar oldu; şiddet
konusu seyrini değiştirip “aşk”a bıraktı kendini…
Genç dinleyicilerden “Sosyalist aşka
ne oldu? Öyle bir kavram yok mu?”, “Aşkın coğrafyası olur mu?” türünden sorular
gelmeye başladı. Konuşmacılar ve dinleyiciler olarak karşılıklı söz düellosuna
girmiştik. İpin ucu kaçmıştı. Aşka giriş yapmadan aşkın içindeki şiddeti
anlatmaya kalkışmıştık. Öyle ya, bizdeki aşk tanımı “ya benimsin ya toprağın”
tümcesiyle özdeşleşmiştir. Havayı yumuşatmak gerek. Nazım Hikmet’in dizeleriyle
yanıt verelim:
“Tahir olmak da ayıp değil Zühre
olmak da/hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil/bütün iş Tahir’le zühre
olabilmekte/yani yürekte//mesela bir barikatta dövüşerek/mesela kuzey kutbunu
keşfe giderken/mesela denerken damarlarında bir serumu/ölmek ayıp 0lr mu//Tahir
olmak da ayıp değil Zühre olmak da/hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil/seversin
dünyayı doludizgin/ama o bunun farkında değildir/ayrılmak istemezsin dünyadan/ama
o senden ayrılacak/yani sen elmayı seviyorsun diye/elmanın da seni sevmesi şart
mı/yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık/yahut hiç sevmeseydi/Tahir ne kaybederdi
Tahirliğinden/Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da/hatta sevda yüzenden
ölmek de ayıp değil…”
Şiirin ardından “Aşkın coğrafyası
olmaz arkadaşlar” deyip söze başladım.
Aşkın dili, dini, ırkı olmaz.
Aşkın mantığı ve dengesi de yoktur.
Aşkın elle tutulur, gözle görülür
bir kuralı da yoktur.
Peki, nedir aşk?
Bir güz ikindisinde/güneşin kızıl
ışıltıları altında/bir kapı aralığında sevişmek midir? Ya da direniş türküleri
doldururken alanları/kavganın orta yerinde bulunan bir şey midir? Batanla doğan
arasında bir ses midir? Çinko çatılarda türkülenen yağmur mudur? Ya da anarşist
duyguların yüreğe terör estirmesi midir?
Aşkın tanımı kişiye göre değişir.
Yürek kafesinde çırpınan kuşun
özgürlüğe uçma isteğidir aşk. Kış ortasında çiçeklenmesidir erik dallarının.
Yağmur altında başıboş dolaşmaktır sokaklarda. Gözlerin susması ellerin konuşmasıdır.
Ve ayrı ayrı atan iki yüreğin ırmaklarının karışmasıdır.
Aşk iki kişilik bencilliktir. Araya
yabancıları sokmaz. Aşkın gözü öylesine kör ki efendisine itaat eden köle
konumuna düşürür sizi. Yemek yiyemez, uyuyamaz, oturamaz, konuşamaz olursunuz. Bulutlar
ayağınızın altındadır. “Yeryüzü aşkın yüzü” olmuştur artık.
Bu benim kişisel aşk tanımım.
Seksenler ve doksanların sonuna kadar böylesi duygularla yaşadı aşkını birçok
kişi.
Düşünüyorum da ikibinli yılların başında böyle bir söyleşi
gerçekleştirebiliyor ve aşkı salya-sümük yaşayabiliyorduk. “Sosyalist” ya da “Burjuva” aşk üzerine
konuşabiliyorduk. İnternet yaşamımızı ele geçirdikten sonra “sanal aşk” diye
bir kavram gelişti. Sevdiğinin elini tutmadan, gözlerinin içinde doğup batan
güneşleri görmeden, yanağına dokunmadan; kısa mesajlarla yaşanan aşklar… Aşk, ‘iki kişilik bencillik’ten çıkıp tek
kişilik bencilliğe dönüştü. Egemen
güçlerin dayattığı bir yaşamda aşk “şiddet” olarak çıkıyor karşımıza. Ve aşk
günümüz koşullarında içi boşaltılmış bir kavram olarak sürdürüyor varlığını. (Bu da bambaşka bir yazı konusu.)
Bu konu
uzar. son sözü dizeler söylesin: “Ağaçsız bir ormanda çırılçıplak kalmışım/yitirdim
gölgemi /-gölgem ol -/bir deliliğimden utanmadım/bir de seni sevmekten” (A.Y.) diyebileceğiniz
aşklara yelken açmanız umuduyla…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder