30 Kasım 2017 Perşembe
HAYALLER SANA GELMEZ / SEN ONLARA KOŞACAKSIN
Atölye çalışmalarına devam!
Bugün Bodrum Kumbahçe Masal Cafe'deydik. Hayaller Sana Gelmez/ Sen Onlara Koşacaksın atölye çalışmasını gerçekleştirdik. Katılımcılar şahaneydi. Kurulan hayallerin ütopya olmadığını, istedikten sonra gerçekleştirilebileceğini savunduk. Bastırılmış duygular serbest bırakıldı ve herkes hayalini anlattı. Biz hayallerimize sahip çıktığımız sürece mucize gerçekleşmeye başlar. İnanmak ve yola devam etmek gerekir.
...
28 Kasım 2017 Salı
KIRMIZI ÇIĞLIK
KIRMIZI ÇIĞLIK
Kırmızı, kanatılmış kadınların yaşam
çizgisi.
Kırmızıyla doğar kadınlar ve
kırmızıyla çoğalırlar yaşam boyu.
Davullu zurnalı kutlanırken erkekliğe
ilk adım, genç kızlığın tohum çatlatan kırmızısı aklanmayan bir leke olur namus
bekçilerinin elinde.
Suyun toprağı doyurması gibi,
kanlarıyla doyururlar canlarından can verdiklerine.
Ve kadınlar en çok kırmızının
ihanetine uğradılar: Aşk acısı kör bıçaklar gibi saplandı yüreklerine; içten
içe kanadılar.
İçi kof ağaçlar gibi ayakta öldüler;
kimseler görmedi kuruduklarını.
“Seni seviyorum”un içi boşaltılmış
anlamının peşi sıra adımladılar kaderlerini; kaderi değiştirmenin ellerinde
olduğunu bilmeden.
Kaderi değiştirmeye kalkışmak,
kırmızıya ihanet demekti.
Kırmızıya ihanet, kadınlıklarına
ihanetti.
Kadınlıklarına ihanet, namussuzlukla
eş anlamlıydı.
Geriye dönüp baktıklarında ne
kadınlıkları kalmıştı yaşayacakları ne de değiştirebilecekleri bir kader.
Yitmişti düşler; yaşam gibi
avuçlarında ufalanmıştı umut.
Doğanın kanunlarına tutsak oluştu
bedenleri.
Kırmızı akıp gitmişti can
damarlarından.
Sırlı aynalarda aradılar ilk gençlik
yüzlerini.
Volkanları patlatacak kırmızı bir
çığlık, gömülü kaldı yürek odalarında…
27 Kasım 2017 Pazartesi
23 Kasım 2017 Perşembe
HAYALLERİNİN PEŞİNDEN GİT / KENDİ HİKAYENİ ANLAT
Hayallerinin Peşinden Git/ Kendi Hikayeni Anlat Atölye çalışmasını bugün (23.11.2017) Ütopya Cafe' de gerçekleştirdik. Katılımcı arkadaşlarla şahane vakit geçirdik. Haftaya Bodrum Masal Cafe' deyiz.
2 Kasım 2017 Perşembe
YAZI DÜKKANI'NDAN/SIFIRDAN BAŞLAMAK
Yazı Dükkanı'ndan.
SIFIRDAN BAŞLAMAK
“Hiçbir şey bizi intihar yoluyla varoluşu
reddetmekten
Alıkoyamaz. Yaşamak sizi mutsuz
ediyorsa öldürün
kendinizi! Yaşıyorsunuz ama yaşamın
anlamını anlamıyorsunuz. O halde
anlamadığınızı söyleyerek ve
yazarak vakit harcayacağınıza sona
erdirin yaşamınızı.”
-Tolstoy-
Hani “bir kitap okudum, hayatım değişti” klişesi vardır ya; ben de bir şarkı duydum ve yeniden doğdum. En dibe vurduğuma inandığım bir anda; intiharlar geçiyorken aklımdan, evrenin müziği susmuşken, uzak denizlerin dalgalarıyla geldi müzik:
“Smilethoughyourheart is aching”
“kalbin ağırıyorsabile gülümse
Kırılıyorsa bile gülümse
gökyüzünde bulutlar olduğunda hepsini atlatacaksın
eğer korkunun ve üzüntünün arasından gülümsersen
gülümse ve belki yarın güneşin senin için parladığını göreceksin
yüzünü şükrederek aydınlat
üzüntünün her bir izini sakla
gözyaşın her ne kadar yakın olsa da
o an, çabalamak zorunda olduğun andır
gülümse
ağlamanın ne faydası var
hayatın hala yaşamaya değer olduğunu göreceksin
eğer sadece gülümsersen…”
NataliECole bu! GÜLÜMSE…
“kalbin ağırıyorsabile gülümse
Kırılıyorsa bile gülümse
gökyüzünde bulutlar olduğunda hepsini atlatacaksın
eğer korkunun ve üzüntünün arasından gülümsersen
gülümse ve belki yarın güneşin senin için parladığını göreceksin
yüzünü şükrederek aydınlat
üzüntünün her bir izini sakla
gözyaşın her ne kadar yakın olsa da
o an, çabalamak zorunda olduğun andır
gülümse
ağlamanın ne faydası var
hayatın hala yaşamaya değer olduğunu göreceksin
eğer sadece gülümsersen…”
NataliECole bu! GÜLÜMSE…
Ne yapıyordum ben? Gerçekten bu kadar güçsüz ve çaresiz miydim?
Ne oldu şen kahkahalarıma? En kötü olayı bile tiyatral komediye dönüştürerek anlatan ben; ne oldu bana? Çözümsüzlüğün içinde bile çözüm üreten ben, yenik mi düşüyorum hayata?
Gecenin en karanlık anı şafağın sökmesine yakın zamandır. Karanlığın ve aydınlığın çizgileri kavuşur, gün kendini yenileyerek akışını sürdürür. Bunu bildiğim halde akışın yönünü değiştirmeye kalkışmak niye?
İnsan dibe vurduğunu düşündüğü anda, bir şarkının ezgisine, sözlerine tutunarak yaşamına devam edebilir mi? Hem de ellisinden sonra!
Her şeye yeniden sıfırdan başlamak; bu mümkün mü?
Elli yıldır sırtında bir kambur gibi taşıdığın inançlarını, düşüncelerini, değer yargılarını bir çırpıda söküp atacak mıydın? Sevdiğini sandığın ya da seni sevdiğini söyleyenleri de fırlatıp atacak mıydın? Sana biçilen roller ne olacak; anne, eş, yazar, sevgili... Çoğalt çoğaltabildiğin kadar; iş kadını, ev kadını, hayat kadını, sanatçı, şarkıcı…
Bu tanımların hiçbirinin anlamı yok aslında. “Önce ben” demek gerekiyor. Ben, ben, ben, BEEEEEEEEN!
“Ben” olmadan var olunamaz. Bana (sana, ona, buna, şuna, ötekine, diğerine) biçilen rollerin anlamı yok.
Düşlerim, umutlarım, beklentilerim vardı. Hep yarınlara erteledim onları. Omuzlarımdan indiremediğim yükün ağırlığı altında yok oldular.
Daha ne kadar sürecek bu erteleme?
Her doğan gün yeni bir yaşam sunuyor bana. Şükretmem gerek. Nefes alıyorum. Ellerim, ayaklarım tutuyor. Günışığını, çiçekleri, kedileri, köpekleri görüyorum. Kuşların sesini duyuyorum. Uzun yürüyüşler yapıyorum. Kızlarıma, sevgilime sarılabiliyorum. Dostlarımla konuşuyorum. Arkadaşlarımla buluşuyorum. Nasıl dibe vurmuş olabilirim ki?
-Gülmüyorum.
-Kahkaha atmıyorum.(Kahkaham yeri göğü çınlatırdı bir zamanlar.)
-İşsizim!
-Borç gırtlağı geçti!
-Emekli de olamadım.
Ha, dur orda. Bunun için son mu vereceksin yaşamına?
Tamam, o zaman sen gerçekten tedavisi olmayan bir yarasın.
İç sesler yorar insanı. Hele bir de kendinizle barışık değilseniz, hele bir de küsmüşseniz hayata, iç sesler intihara sürükler sizi.
Oturup intihar mektubu yazdım. Sosyal medyada paylaştım onu. Yüzlerce beğeni aldı. Okumamışlar! Kimse okumamış! Haksızlık etmeyeyim; bir kişi okumuş. O da yazdığım öyküden bir bölüm olarak algılamış: “Muhteşem olmuş, yüreğine sağlık.” diye yorum atmış.
Ya gerçekten o gün intihar etmiş olsaydım?
“Anne ölünce çocuk(çocuklar)/bahçenin en yalnız köşesinde/elinde bir siyah çubuk/ağzında küçük bir leke” (Sezai Karakoç)olarak kalacaklardı.
Sanal dünya da beni de yutmuş olacaktı; hepsi bu.
Bu olayın ardından tüm sosyal medya hesaplarımı kapattım. Bir yıl boyunca yakın arkadaşlarım dışında kimseyle iletişime geçmedim.
Şiirin ve müziğin iyileştirici gücüne sığındım.
En dar zamanınızda şiire sarılın. Gökyüzünün altına uzanın yıldızlı bir gecede. Şiirleri yorgan yapın yüreğinize, ısının sevginin/sevmenin sıcaklığıyla. Ve bir ezgi düşleyin, sizi alıp bilinmedik kıyılara bıraksın.İyi geliyor. Hem de çok iyi geliyor. Ruhu dinlendiriyor. Ben öyle yaptım:
“Yüreğim sızladığı zaman
Gece yarılarından sonra, şafaktan önce
Bilmediğim bir istasyondan, bilmediğim bir müzik geliyor kulağıma:
Uzak /vahşi /karanlık...
Gece denizleri gibi bir müzik,
Batık gemilerli gece denizleri gibi bir müzik,
Çağırıyor, çağırıyor beni durmadan
Ve belki de işte o zaman başlıyor sızlamaya yüreğim.”(H.H.Korkmazgil)
Ne oldu şen kahkahalarıma? En kötü olayı bile tiyatral komediye dönüştürerek anlatan ben; ne oldu bana? Çözümsüzlüğün içinde bile çözüm üreten ben, yenik mi düşüyorum hayata?
Gecenin en karanlık anı şafağın sökmesine yakın zamandır. Karanlığın ve aydınlığın çizgileri kavuşur, gün kendini yenileyerek akışını sürdürür. Bunu bildiğim halde akışın yönünü değiştirmeye kalkışmak niye?
İnsan dibe vurduğunu düşündüğü anda, bir şarkının ezgisine, sözlerine tutunarak yaşamına devam edebilir mi? Hem de ellisinden sonra!
Her şeye yeniden sıfırdan başlamak; bu mümkün mü?
Elli yıldır sırtında bir kambur gibi taşıdığın inançlarını, düşüncelerini, değer yargılarını bir çırpıda söküp atacak mıydın? Sevdiğini sandığın ya da seni sevdiğini söyleyenleri de fırlatıp atacak mıydın? Sana biçilen roller ne olacak; anne, eş, yazar, sevgili... Çoğalt çoğaltabildiğin kadar; iş kadını, ev kadını, hayat kadını, sanatçı, şarkıcı…
Bu tanımların hiçbirinin anlamı yok aslında. “Önce ben” demek gerekiyor. Ben, ben, ben, BEEEEEEEEN!
“Ben” olmadan var olunamaz. Bana (sana, ona, buna, şuna, ötekine, diğerine) biçilen rollerin anlamı yok.
Düşlerim, umutlarım, beklentilerim vardı. Hep yarınlara erteledim onları. Omuzlarımdan indiremediğim yükün ağırlığı altında yok oldular.
Daha ne kadar sürecek bu erteleme?
Her doğan gün yeni bir yaşam sunuyor bana. Şükretmem gerek. Nefes alıyorum. Ellerim, ayaklarım tutuyor. Günışığını, çiçekleri, kedileri, köpekleri görüyorum. Kuşların sesini duyuyorum. Uzun yürüyüşler yapıyorum. Kızlarıma, sevgilime sarılabiliyorum. Dostlarımla konuşuyorum. Arkadaşlarımla buluşuyorum. Nasıl dibe vurmuş olabilirim ki?
-Gülmüyorum.
-Kahkaha atmıyorum.(Kahkaham yeri göğü çınlatırdı bir zamanlar.)
-İşsizim!
-Borç gırtlağı geçti!
-Emekli de olamadım.
Ha, dur orda. Bunun için son mu vereceksin yaşamına?
Tamam, o zaman sen gerçekten tedavisi olmayan bir yarasın.
İç sesler yorar insanı. Hele bir de kendinizle barışık değilseniz, hele bir de küsmüşseniz hayata, iç sesler intihara sürükler sizi.
Oturup intihar mektubu yazdım. Sosyal medyada paylaştım onu. Yüzlerce beğeni aldı. Okumamışlar! Kimse okumamış! Haksızlık etmeyeyim; bir kişi okumuş. O da yazdığım öyküden bir bölüm olarak algılamış: “Muhteşem olmuş, yüreğine sağlık.” diye yorum atmış.
Ya gerçekten o gün intihar etmiş olsaydım?
“Anne ölünce çocuk(çocuklar)/bahçenin en yalnız köşesinde/elinde bir siyah çubuk/ağzında küçük bir leke” (Sezai Karakoç)olarak kalacaklardı.
Sanal dünya da beni de yutmuş olacaktı; hepsi bu.
Bu olayın ardından tüm sosyal medya hesaplarımı kapattım. Bir yıl boyunca yakın arkadaşlarım dışında kimseyle iletişime geçmedim.
Şiirin ve müziğin iyileştirici gücüne sığındım.
En dar zamanınızda şiire sarılın. Gökyüzünün altına uzanın yıldızlı bir gecede. Şiirleri yorgan yapın yüreğinize, ısının sevginin/sevmenin sıcaklığıyla. Ve bir ezgi düşleyin, sizi alıp bilinmedik kıyılara bıraksın.İyi geliyor. Hem de çok iyi geliyor. Ruhu dinlendiriyor. Ben öyle yaptım:
“Yüreğim sızladığı zaman
Gece yarılarından sonra, şafaktan önce
Bilmediğim bir istasyondan, bilmediğim bir müzik geliyor kulağıma:
Uzak /vahşi /karanlık...
Gece denizleri gibi bir müzik,
Batık gemilerli gece denizleri gibi bir müzik,
Çağırıyor, çağırıyor beni durmadan
Ve belki de işte o zaman başlıyor sızlamaya yüreğim.”(H.H.Korkmazgil)
Evet, bilmediğim bir istasyondan, bildiğim bir müzik çağırdı beni.
Yüreğimin gereksiz şeylere sızlamasına izin vermeyeceğim artık. İç sesimin kötü sinyallerini kestim. Yaşam beni bekliyor. Hayatı sorgulamak yerine düşünce şeklimi ve yaşam biçimimi değiştirmeliyim. Varoluşumun bir anlamı olmalı evrende.
Bir ses fısıldadı bana: Denize git, ona dök içini, arın ve kendin ol. Görmeyi bilirsen, sana her gün bayram…
AYSEL YENİDOĞANAY
1 Kasım 2017 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)